20 Ocak 2016 Çarşamba

Suriye İç Savaşı Neden Uzun Sürdü? Stratejik Öngörü mü, Stratejik Öküzlük mü?

   Suriye İç Savaşı Neden Uzun Sürdü? Stratejik Öngörü mü, Stratejik Öküzlük mü?

    (Savaş. Barış, Çatışma. Arap Baharı, Arap Kışı, Rusya, ABD, Fransa, İngiltere, Almanya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, IŞİD, DEAŞ, Terör, Savaş, Çatışma, PKK, Devsol, HİZBULLAH, İsrail)

     2010 yılında, Arap Baharı son hızla yoluna devam ederek sonunda olaylar Suriye’ye sıçradığında, başta bizim hükumetimiz olmak üzere; Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkeler bu durumu çok aceleci bir tavırla; ‘’Esat yönetimi ve Baas rejiminin kısa süre içinde yıkılacağı’’ şeklinde değerlendirdiler. Ancak; en basit bir stratejik vizyondan bile oldukça uzak bu değerlendirmenin hatalı olduğu kısa süre içinde ortaya çıktı. Suriye’de rejim hala ayakta olmakla kalmıyor uluslararası destek alarak direnmeye ve etki alanını genişletmeye devam ediyor.
     Peki, neden böyle bir hatalı değerlendirme yapıldı? Bana soracak olursanız bunu cevaplamak oldukça zor. Çünkü azıcık tarih okuyan, Suriye ve Ortadoğu hakkında biraz bilgisi olan hiç kimsenin böyle bir hataya düşmemesi gerekirdi. Bu konuyu biraz açmaya çalışayım. Suriye’de Baas rejiminin yıkılmamasının çok açık görülebilecek olan, iç ve dış olarak iki sebebi olduğunu değerlendiriyorum.
İç sebeplerle konuyu incelemeye başlayalım. Baas rejimi, sanıldığı gibi Nusayri mezhebinden olanlara dayanan bir rejim değildir. Arap milliyetçisi bir ucube Arap Sosyalizmi ideolojisine dayanan bir tek parti rejimidir. Bu rejim, anti demokratik ve otokratik bir rejimdir. Bu sebeple ülkeyi sıkı bir kontrol altında yönetmek için yönetimi eline geçirdiği ilk günden beri amacına uygun bir örgütlenme içine girmiştir. Bu örgütlenme; parti teşkilatları, silahlı kuvvetler ve istihbarat teşkilatı temelinde oluşturulmuştur.
     Parti konusuna bakarsak, Suriye’nin (görüntüdeki bazı küçük partilerin varlığına rağmen), tamamen Baas Partisi tarafından, demir bir yumrukla yönetildiğini söyleyebiliriz. Silahlı Kuvvetler ise Muhaberat ile birlikte bu partinin yönetiminin en önemli unsurları olmuştur. Silahlı kuvvetler; dış düşmanlara karşı savaşacak unsurlar ile daha çok iç düşman diye tabir edilen unsurlara karşı kurulmuş olan Cumhuriyet Muhafızlarından oluşmuştur. Bu birlikler (Cumhuriyet Muhafızları) tam kadrolu, en iyi silah ve teçhizatla donatılmış birliklerdir ve Baas rejimine en sadık unsurlardan teşekkül ettirilmişlerdir. Bu birliklerin komutanları da Esat sülalesinden kişilerdir. Bu birlikler adından da anlaşılabileceği gibi Suriye Arap Cumhuriyeti rejimini korumaktan sorumlu, rejimin resmi muhafızlarıdırlar. Bunun dışında, lise çağına gelmiş her genç, bir tür paramiliter güç oluşturacak şekilde örgütlenmiştir. Bu örgütlenme en küçük köylere kadar yaygınlaştırılmıştır. Bunlar da hem rejimi, hem de dış güçlerin işgali sonucunda bulundukları bölgenin savunulması için kurulmuştur. Muhaberat’a gelince, şunu rahatça söyleyebiliriz ki ‘’Baas rejimi bir Muhaberat rejimi şeklinde gelişme göstermiştir.’’ Muhaberat, ülkedeki her şeye hâkim durumdadır. Açık ve gizli elemanları milyonları bulmaktadır. En küçük mezraya kadar muhakkak bir veya daha fazla Muhaberat unsuru bulunmaktadır. Hal böyle olunca Baas rejimi, yönetimi bir darbe ile ele geçirdiğinden beri  ülkeyi rahatça kontrol altında tutabilmiştir.
     İkinci önemli iç sebep ise rejimin uzun süren iktidarı döneminde taraftar kitlesini genişletmiş olmasıdır. Türkiye’de (belki de, Suriye üzerinden Türkiye’de Alevi-Sünni çatışmasının tohumlarını atmak için Rusya ve İran tarafından yapılan bir kampanya sonucunda) Nusayriler Alevi olarak gösterilip Suriye rejiminin bir Alevi rejimi olduğu propagandaları yapılmasına rağmen Baasçı Arap milliyetçiliği Sünni Arap aşiretlerinin önemli bir kesimince de benimsenmiştir. Hristiyan Araplar ise bu rejimin başlangıç ideolojisinin kurucuları olduğundan zaten rejime sadıktırlar. Ayrıca; Ermeni, Süryani vb. küçük azınlıklar da ülkenin laik yapısı sebebiyle rejime sadık kalmışlardır. Hatta Araplaşmış bazı Türkmenler bile rejimin bekçiliğini yapmaktan geri kalmamışlardır. Bu durum dikkate alındığında, Türkiye’de bazılarının söylediği gibi, Suriye; %13 Nusayri azınlığın çoğunluğu yönettiği bir devlet değildir. Yukarıda saydığımız kesimler rejimi desteklerken, bunların yanında devlet desteğiyle para kazanan ve her şehirde ortaya çıkmış olan değişik inanç ve etnik kökenden gelen küçük burjuva için de rejimin devamlılığı desteklenmektedir. Böylece rejim en az bizim hükumetimizin aldığı oy kadar halk desteğine sahiptir.
Bu rejime sadık unsurların bir başka özelliği de Şam’dan Kuzeye doğru; Hama, Lazkiye, Humus gibi şehirlerde yoğunlaşmış olmalarıdır. Daha önce Suriye’nin jeopolitiği ile ilgili yazdığım yazılarda da belirttiğim gibi Suriye’de en önemli bölge bu büyük yerleşim yerlerinin olduğu bölgedir. Kuzeyde Kürtlerin yaşadığı bölge rejimin varlığı için hayati değildir. Hatta buradaki Kürtlerin bağımsız bir devlet kurmaları Suriye’den çok Türkiye için tehdit teşkil eder. Zaten bu sebeple rejim, iç çatışmalar başladığından beri PYD ve Kürtlerle genellikle işbirliği yapmaktadır. Ülkenin doğusu ise seyrek nüfuslu çöllerden oluşur. Bu bölgede ayrı bir yönetim kurup yaşatmak pek mümkün değildir. Rejim güçlerinin taarruzlarına bakacak olursak onların da, saydığım bu bölgelere değil de Lazkiye’yi emniyete alacak bölgelerle Halep gibi aynı hat üzerindeki diğer önemli bir yerleşim bölgesine saldırdıklarını görülmektedir.
     İç sebeplerden belki de en önemlisi ülkede baskıcı ve acımasız rejim sebebiyle örgütlü bir muhalefetin bulunmamasıdır. Ülkede tek örgütlü muhalefet Müslüman Kardeşler olmuştur. Fakat baba Esat zamanında çıkan kalkışma sırasında ve sonrasında o kadar büyük ve sınırsız bir şiddet uygulanmıştır ki Müslüman Kardeşler örgütünün ileri gelenlerinin çok az bir kısmı, ancak yurt dışına kaçarak hayatlarını kurtarabilmişlerdir. Bu örgütün taraftarları ve yöneticileri; akrabaları, eşleri ve çocuklarına kadar vahşi bir katliama maruz kaldıklarından ülkede güçlerini kaybetmişlerdir. Zaten bu sebeple, devam eden iç savaşta da Müslüman Kardeşler etkili olamamış ve meydan Afganistan Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan cihatçıların katılımıyla iyice güçlenen IŞİD’a kalmıştır.
     Bu iç sebepler yanında bazı dış sebepler de mevcuttur. Suriye, tarihi boyunca stratejik güçler arasında mücadele alanı olan bir ara bölge niteliğinde olmuştur. Bu gün de durum değişmemiştir. Mesela Türkiye açısından, Arap dünyası ve Ortadoğu’ya açılım için en önemli bölge Suriye topraklarının oluşturduğu bölgedir. Bu devletin toprakları Ortadoğu petrol ve gazının Akdeniz’e akıtılması için en kısa yolun geçtiği topraklardır. Öte yandan bölgede Batı jandarması olarak kurulan İsrail ile en uzun süre savaşan devlet yine Suriye olmuştur.
     Suriye İran için de çok önemlidir. İran, Şii inancını ideoloji olarak kullandığından Şii-Nusayrileri her zaman kendisi için doğal bir müttefik olarak görmüştür. Ayrıca Suriye, İran için bir müttefik olarak Akdeniz’e açılan bir kapı olduğu kadar Batı’dan gelecek saldırılara karşı bir kalkan vazifesi de görmektedir. Öte yandan, eğer Suriye rejimi tasfiye edilirse sıranın kendine geleceğini bilen İran, iç savaş sırasında Suriye rejimini başlangıçtan itibaren fiili olarak desteklemiştir. İran için diğer önemli bir konu da kendi yayılmacı politikaları için Suriye’nin taşıdığı önemdir. Bir ara ABD tarafından da (İslam dünyasını ikiye bölmek için) dillendirilen Şii Hilali kuşağında da en önemli ülkelerden biri Suriye’dir. Suriye, Şii Hilalin kuzeybatısını oluşturmaktadır ve Suriye olmadan bu hilal, hilal olmayı bile başaramaz.
Suriye; Filistin örgütlerinin bir kısmı, aşırı sol Türk örgütleri ve Lübnan Hizbullah’ı gibi örgütler için de çok önemlidir. Çünkü bu örgütlerin oluşum ve gelişim aşamalarının tamamında en büyük desteği Suriye rejimi vermiştir. Suriye, PKK için de uzun yıllar boyunca en büyük koruyucu ve destekleyici olmuştur. Hatta Esat rejimi hala PYD üzerinden Türkiye’yi zor duruma sokmak için çaba sarf etmektedir. Bu rejim yıkılırsa bu örgütlerin yaşaması da oldukça zor olacaktır. Zaten bu sebeple başta Hizbullah militanları olmak üzere bazı Türk ve Filistin örgütlerinin militanları bu gün Esat rejimi yanında savaşmaktadırlar.
     Suriye Rusya açısından da çok önemlidir. Çünkü Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz ve hava üssü Suriye’deki Tartus Limanı’ndadır. Rusya, rejimin düşmesi halinde bu üslerini kaybedeceğini bildiğinden Esat rejimine başlangıçtan itibaren destek vermektedir.
Çok açık bir müdahalede bulunmasa da Çin için de Suriye'nin Batı taraftarı bir rejimle yönetilmesi uygun bir durum değildir. ABD ile petrol ve ticaret malları taşımacılığında, taşıma yolları üzerinden sessiz bir savaş yürüten Çin için Suriye’nin ABD ve AB ile iyi ilişkiler içinde olan bir rejimin yönetimine geçmesi uygun değildir.
     Suriye, Ortadoğu’da her zaman etkili olmaya çalışmış olan İngiltere, Fransa ve Almanya için de bölgeye giriş noktası olması açısından çok önemlidir. Bu ülkelerin hiç biri Suudi Arabistan-Katar veya Türkiye kontrolünde bir Suriye rejiminin kurulmasını istemez.
     Burada daha birçok sebep sıralanabilir. Ancak Suriye iç savaşının kısa sürede sona ermeyeceğini, Esat rejiminin kolay kolay yıkılmayacağını anlamak için bu kadarı bile yeterlidir. Bizim hükumetimizin hala bunu anlamamasını anlamak oldukça zor. Ya hayal âleminde yaşıyorlar, ya kendilerini çok güçlü görüyorlar veya stratejiyi üniversitede anlatılan bir dersten ibaret sanan, bir zamanların danışmanı, dış işleri bakanı ve nihayet günümüzün başbakanının konuşmaları hükümetin emir kulu elemanlarını gereğinden fazla etkiliyor. Ama şu anda açıkça ortaya çıkmıştır ki; üniversite kürsüsünde anlatılan ders sahaya, evdeki hesap çarşıya uymamaktadır. Ve maalesef bu yanlış hesaplar sonucunda Türkiye, bölgede tek bir kıvılcımla patlayacak bir savaşa doğru hızla sürüklenmektedir.
     Ben kişisel olarak, önümüzdeki baharda, bölgede değişik devletlerin karıştığı bir savaş veya en azından şiddetli bölgesel çatışmaların çıkma olasılığının oldukça yüksek olduğunu düşünüyorum. Bunu da bir sonraki yazımda açıklamaya çalışacağım. 
      Saygılar sunarım.

19.1.2016. M.Ç.



17 Ocak 2016 Pazar

TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 12 - Komşular, Bulgaristan

TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 12

Bulgaristan

Kimi tarihçilere göre 1362 yılında Filibe’nin Osmanlı Devleti’nin eline geçmesiyle, kimi tarihçilere göre ise 1422 yılında Bulgar Çarlığının tamamen tarihe gömülmesiyle başlayan Türk-Bulgar ilişkileri ve Türklerin hâkimiyeti 1878 Ayastefanos Anlaşması ile Bulgaristan’ın özerkliğini kazanmasıyla son bulur. Yani Bulgaristan üzerinde 456 ile 516 yıl arasında bir zaman süren Türk hâkimiyeti vardır.
Osmanlı dönemi Bulgaristan topraklarında derin bir iz bıraktı. Bulgarlar daha çok köyler ve kasabalarda yaşamaya devam ederken, Sofya, Filibe ve Varna gibi büyük şehirler Osmanlı kimliğine büründüler. Bulgaristan topraklarında büyük bir Türkleşme süreci yaşandı. Buna karşılık çok sayıda Bulgar da İstanbul ve Anadolu'ya yerleştiler. Bulgarlar kendilerine ait Bulgar Ortodoks kilisesini kurarak kendi dinlerini serbestçe uygulamaya devam ettiler.

Bulgaristan Cumhuriyeti üniter bir devlettir. Yürütme doğrudan seçimle işbaşına gelen Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakanlar Kurulundan oluşur.
Cumhurbaşkanı beş yıllık bir süre için seçilmektedir. Parlamento dört yılda bir seçilen 240 milletvekilinden oluşmaktadır. Başbakan ve Bakanlar Kurulu, genel seçimlerin ardından Parlamentoda çoğunluğa sahip parti veya partiler arasından seçilmekte ve Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır.

Siyasi İlişkiler
Türkiye ile Bulgaristan, köklü tarihi ilişkilere sahip komşu ve müttefik iki ülkedir. Bulgaristan ile ilişkiler Varşova paktının dağılmasından sonra her alanda kapsamlı bir gelişme kaydetmiş ve her düzeydeki temaslar artmıştır. İkili ticari ve ekonomik ilişkilerin geliştirilebilmesi için gerekli hukuki çerçeve tamamlanmıştır.
Türkiye, Bulgaristan'ın Avrupa-Atlantik yapılarıyla bütünleşmesini başından beri desteklemiştir. Bu meyanda Bulgaristan Mart 2004'te NATO'ya tam üye olarak kabul edilmiştir. Bulgaristan’ın ayrıca, 1 Ocak 2007 tarihinden itibaren AB üyesi olması 1963 yılında başvuran Türkiye açısından üzerinde düşünülmesi gereken bir gerçektir.
Bugün Türkiye ile Bulgaristan; ilişkileri her alanda gelişen, bölgesel işbirliği süreçlerinde aktif rol oynayan ve benzer dış politika yönelimlerine sahip olan iki komşu ve müttefik ülkedir. İkili ilişkileri yeni bir aşamaya getiren Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi’nin (YDİK) ilk ve kurucu toplantısı 20 Mart 2012 tarihinde Ankara’da düzenlenmiştir.
Bulgaristan ile Türkiye birçok konuda birbirine paralel politikalar izlemektedirler denilebilir. "Batı tarzı" politikalar konusunda belirli seviyelerde uyuşma söz konusudur. İnsan hakları, kuvvetler ayrılığı ve demokratik ilkeler bağlamında ise Bulgaristan Batılı modele daha yakın olduğu bu konudaki uluslararası değerlendirme raporlarından anlaşılmaktadır.
NATO üyesi olan Bulgaristan ile Türkiye arasında askeri işbirliği mevcuttur. Her ne kadar geçmiş yüzyıldan yaşanan bir dizi sorun olsa da günümüzde bunlar pek fazla gün yüzüne çıkmamakta politik ilişkiler orta düzeyde devam etmektedir.

Ticari İlişkiler
Türkiye, Bulgaristan’ın ilk beş ticaret ortağı arasındadır. Bulgaristan’ın dış ticaretinde Türkiye’nin payı % 7 civarındadır.
Ülkedeki toplam Türk yatırımları 2 milyar dolar civarındadır. İki Türk sermayeli bankanın yanı sıra Bulgaristan’da irili ufaklı yaklaşık 1.500 civarında Türk şirketi faaliyet göstermektedir. Türk müteahhitlik firmaları tarafından tamamlanan ve devam eden projelerin tutarı ise 1,2 milyar Dolar’a ulaşmıştır.
Ticari ilişkiler esasında iyi seyretmekte olup, yıldan yıla ticari hacim artmaktadır ancak Türkiye aleyhine bir ticari denge olduğu söylenebilir.
Türkiye’yi 2014 yılında yaklaşık 1 milyon 693 bin Bulgar turist ziyaret etmiştir.
THY, İstanbul-Sofya seferlerine ek olarak Mayıs 2014’te İstanbul-Varna seferlerine başlamıştır.
Türkiye’nin başlıca ihraç ürünleri: mineral yakıtlar, bakır, plastik, elektrikli makine ve cihazlar, diğer makineler, metal cevherleri, demir-çelik.
Türkiye’nin başlıca ithal ürünleri: mineral yakıt, mineral yağlar, bakır, demir-çelik, yağlı tohum, meyve, elektrikli makine ve cihazlar, ağaç, ahşap eşya, plastik ve kurşun.
2015 yılının ilk 6 ayında ihracatımız 813 milyon Dolar, ithalatımız 1,26 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir.
Başlıca ticaret ortakları Almanya, Rusya, İtalya, Türkiye, Romanya ve Yunanistan’dır.
Başlıca ihracat kalemleri tekstil, ayakkabı, demir-çelik, makine ve aksamı, mineraller ve yakıttır.
Başlıca ithalat kalemleri makine ve aksamı, metaller, kimyasallar, plastik, mineraller ve yakıttır.

Türkiye Bulgaristan Arasındaki Sorunlar
Bulgaristan'da yaşayan 750.000-800.000 arasında Türk kökenli azınlık vardır. Azınlıklar hakları temelinde iki ülke arasında sorunlar vardır.
Türk kökenli devletler içinde en güçlüsü şüphesiz Türkiye Cumhuriyetidir. Bulunduğu coğrafi konum, tarihi miras, ekonomik ve siyasi yapısıyla uygar dünyanın sayılı devletleri arasında yer almakta olup, komşu devletlerin dikkatlerini üzerine toplamaktadır. Türkiye'nin yakın çevresinde yaşayan Bulgaristan Türklerinin çeşitli ve ciddi problemleri bulunmaktadır. Türk azınlıklar Bulgaristan devleti kurulur kurulmaz çok sıkıntılı günler yaşamaya başlamıştır. Özellikle de Osmanlı İmparatorluğunun çekilişinden sonra çok acı günler yaşanmış olup, şu an bile yaşanmaya devam etmektedir. Bulgaristan Türkleri, tarihi görevi gereği bu problemlerin çözümünde ve yaşanan acı olayların tekrar edilmemesinde Türkiye'nin yardımlarına muhtaç durumdadır. Uzun yıllar milli, dini ve kültürel değerlerinden mahrum edilerek baskı altında yaşayan Türk azınlıklar varlıklarını devam ettirebilmek için büyük fedakârlıklara katlanmışlardır. Bugün Bulgaristan Türklerinin birçok sorunu bulunmaktadır.

-Milli Kimlik Sorunu
“Bulgaristan Türkleri” Berlin Antlaşması'ndan sonra siyasi literatüre girmiş bir kavramdır. Bu tarihten sonra Bulgaristan'daki Türkler, gerek Türk - Bulgar Antlaşmalarında gerekse Bulgaristan'ın diğer uluslararası antlaşmalarında, "Bulgaristan Türkleri" veya "Bulgaristan Müslümanları" adları altında azınlık olarak yer almışlardır. Her iki ifade de aynı anlamı taşımaktadır. Çünkü yüzyılımızın başlarında "Millet" kavaramı "Din" ile eşanlamlı olarak kullanılmıştır.
Bulgaristan Hükümetleri tarafından Türklere verilen azınlık haklarının çoğu sadece kâğıt üzerinde kalmıştır. Bulgar Hükümetleri, Türklere azınlık haklarının vermesi bir tarafa, onların varlığını bile kabul etmemiştir. Bulgaristan'da yaşayan yüz binlerce Türk, "Müslümanlaşmış Bulgarlar", "Zorla Türkleştirilmiş Bulgarlar", "Bulgarca Konuşmayan Bulgar" gibi kavramlarla adlandırılarak milli kimliklerinden uzaklaştırılmaya çalışılmıştır. Bulgaristan yasalarında yer alan bu asılsız ve gerçeği yansıtmayan kavramları kabul ettirmek için özellikle Komünist Bulgar İdareleri yoğun bir baskı politikası uygulamışlardır.
Soğuk Savaşın sona ermesi ve sosyalist sitemlerin çökmesi ile 1990 da bu baskı rejimi son bulmuştur. Bulgaristan'da demokratik bir rejimin yerleşmesi ile birlikte Türkler rahat bir nefes almış, seçme seçilme, Türk isimlerini kullanma, - kısmen de olsa - anadilde eğitim gibi haklar Türklere verilmiştir. Türklere verilen haklar her gün genişletilmiş ve günümüzdeki halini almıştır.
Ancak burada göz ardı edilen veya ettirilmeye çalışılan bir durum söz konusudur. Türklere birçok hak verilirken milli kimlikleri ve milli adları henüz verilmemiştir. Bulgaristan Türkleri Bulgar yasalarında Sosyalist Dönemin tanımı ile yer almaktadır. Günümüzde Bulgaristan Türkleri, Todor Jivkov'un yasalaştırdığı gibi, "Dilleri Bulgarca Olmayan Vatandaşlar" olarak Bulgaristan yasalarında yer almaktadır. Bu tanıma girecek birçok halk Bulgaristan'da yaşamaktadır. Dolayısıyla bu kavram yeterli bir kimlik tanımlaması sunmamaktadır.
Diğer üstünde durulan kavram ise "Bulgaristan Müslümanları" ifadesidir. Bu kavram da Bulgaristan Türklerini ifade etmeye yeterli değildir. Çünkü Bulgaristan'da binlerce Hıristiyan Gagavuz yaşamaktadır. Dolayısıyla bu kavramın kabul edilmesi, Anadolu Türkçesine en yakın Türkçeyi konuşan binlerce öz ve öz Türkü inkâr etmekle eş anlamlı olacaktır.
Bu kavramların yetersizliği anlaşıldığına göre geçerli olan kavram ne olmalıdır? Şüphesiz ki; "Bulgaristan Türkleri" olmalıdır. Böylece Türkler, Bulgaristan'da Bulgarca konuşmayan diğer halkalardan ayrılacak, Müslüman olan Çingenelerle değil, Pomak ve Gagavuzlarla birleştirilerek kendilerini tam anlamı ile ifade edebileceklerdir. Diğer bir söylemle "Türk her şeyden önce adıyla Türk" olacaktır. Bulgaristan Türklerinin ilk ve en önemli sorunu işte budur.
Gazeteler ve diğer yayın organları, Bulgaristan'da yaşayan Türkleri "Bulgaristan Türkleri" olarak tanıyor ve adlandırıyor olabilir. Fakat uluslararası hukukta geçerli olan, yasalar ve resmi belgelerdir.

-Din Sorunu
Bulgaristan Türklerinin din ve vicdan hürriyetlerinin kısıtlanması, Bulgaristan'ın kuruluşu ile başlamış ve 1944'ten sonra iktidara gelen yönetimler döneminde had safhaya ulaşmıştır. Bulgaristan Türklerinin Türklük bilincinin korunması ve devamının sağlanmasında önemli yer tutan dini inancın ortadan kaldırılması rejim sahiplerinin elini rahatlatacağından inanç hürriyeti sürekli olarak engellenmiştir. Ancak bu niyet Bulgaristan Türklerinin çetin mücadelesi ile karşılaşmış olup, tam olarak başarıya ulaşamamıştır.
Günümüzde Bulgaristan'da yoğun istek nedeniyle din eğitiminde bir canlanma başlamıştır. Ancak alt yapı yetersizliği yüzünden bu alanda yapılan çalışmaları ve açılan kurumları yeterli saymak mümkün değildir. Bulgaristan'da yetiştirilen din adamları eğitimlerini genellikle Arap ülkelerinde almaktadırlar. Bu nedenle Türk toplumunun kendine has öğeleri, örf ve adetleri geri planda kalmaktadır. Bunun yanında ihtiyaç duyulan ibadet yerlerinin yapımını ise Suudiler gönüllü olarak üstlenmiş bulunmaktadır. Selefiliğin merkezi olan Suudiler, geleneksel Türk inanç rejimine uymayan davranışlar sergilemektedir. Bulgaristan
Türklerinin üzerinden Avrupa’ya yayılmayı planladıklarını değerlendirmek yanlış olmasa gerek.
Sonuç olarak din adamlarının Türkiye'deki yüksekokullarda veya ilahiyat Fakültelerinde yetiştirilmesi şarttır. Dini eğitim yanında Türkçe eğitim de verilmelidir ki, Türklük bilinci sürekli zinde kalsın. Ayrıca Türkiye'den gönderilen din adamları Türk tarihini ve bölge insanlarını çok iyi tanımalıdır. Milli yönü bulunmayan bir eğitimin sakıncaları gelecekte çok büyük olacaktır. Tüm bunların yanında gerekli olan fiziki mekânların yapımında daha etkin olmak ve kimseyi karıştırmamak da önemlidir.
Bulgaristan’da yaşayan Pomak Türkleri vardır. Bunları diğerlerinden ayrı görmemek gerekiyor. Bugüne kadar bu ayrım yapılmıştır. Bu ayrımın yapılmamasının yanında Pomak Türklerinin dil eğitiminin üzerine eğilmekte büyük yararlar vardır.

-Eğitim Sorunu
Eğitim tüm azınlıklar açısından kendi kültürlerini koruyan ve devamını sağlayan en önemli araçtır. Bu bilinçten hareketle Bulgaristan rejimi ana dilde eğitimi sürekli engellemek, azınlıklar ise yerine getirmek için uğraşmaktadır. Esasında bu tüm ülkeler ve milletler için geçerlidir.
Bulgaristan örneğinde ilginç olan konu, Bulgaristan’ın ilk yıllarında azınlıkların bu konuda daha fazla hakka sahip olmalarıdır. Şöyle ki, 1921-1922 Öğretim yılında Bulgaristan'da 1.673 ilkokul, 39 ortaokul, 2.013 Türk öğretmen ve 60.481 Türk öğrenci vardı. Yani Türk çocukları kendi dillerine gelenek ve göreneklerine göre yetişmişlerdir. Bu esaslara göre yetişen Türk öğrenciler Bulgaristan'da "Türk Milli Kimliğinin” korunmasını sağlamışlardır. Hatta bunu bir adım daha ileri götürerek Bulgaristan Türklerinin aydınlanmasını da sağlamışlardır.
Bulgaristan'daki Türk Eğitiminin günümüzdeki durumuna göz atacak olursak durum son derece vahimdir. Türk okullarını, Türk öğretmenlerini bir tarafa bırakın Türkçe Dersi bile yok denilebilir.
Bu sorunun dile getirilip ikili görüşmeler çerçevesinde çözülmesi ve Türk azınlıkların doğal haklarının sağlanması gerekmektedir. Ancak ufukta bile olsa böyle bir emare görülmemektedir. Sorun adeta uykuya yatırılmıştır.

-Siyasal Bölünmüşlük
Bulgaristan'da Türkler ciddi bir bölünmüşlük içindedir. Önceleri Hak ve Özgürlükler Partisi altında devam ettirdikleri mücadelelerini şahsi anlaşmazlıklar ve ihtiraslar yüzünden partiden ayrılıp birçok siyasi parti kurmuşlar ve bu partiler aracılığı ile siyaset yapmaya çalışmaktadırlar. Farklı bir fikir yoktur: Hepsi ilk amaçlarının Türklerin haklarını savunmak olduğunu ileri sürmektedir. Ancak başarı sağlayamamaktadırlar çünkü bölük pörçük hareketler sergilemektedirler. Çok partililik ve siyasal çeşitlilik normal toplumlarda ne kadar olumlu ise, azınlıklar içinde o kadar olumsuzdur. Bu durum Bulgaristan'da Türk azınlığın mücadelesinin zayıflamasına, parçalanmasına, hatta bundan daha vahim sonuçlarla karşılaşılmasına neden olabilir.
Bu sorunların çözümü nasıl sağlanabilir? Öncelikle Bulgaristan Türkleri arasındaki çok partililik sorunu ortadan kaldırılmalıdır. Sayısı neredeyse 4-5'i bulan Türk partileri ortak paydada birleşmelidir.

-Vakıf Malları Sorunu
Ülkede Türklere ait çok sayıda vakıf malı olmasına rağmen bunların ciddi bir envanteri çıkartılmamıştır. Envanterin çıkartılma işi hâkim otoriteye bırakılırsa çıkarılmayacağı bir gerçektir. Azınlıkların bunu bir güç odağı oluşturup yapma yeteneklerinin de olmadığı bir gerçektir. Bu durumda devreye Türk Devletinin girmesi gerekmektedir ancak bugüne kadar henüz gerçekleşmemiştir.

-İşsizlik ve Bilgisizlik Sorunu
Bulgaristan'da işsizliğin en çok hissedildiği bölgeler genellikle Türklerin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerdir. İstatistiklere göre işsizlik bakımından Romanlardan sonra Türkler ikinci sırada bulunmaktadır. Bu durum gelirlere de yansımaktadır. Gayri Safi Milli Hâsıladan en az payı Romanlar, sonra da Türkler almaktadır. Türkler genellikle tarım sektöründe istihdam edilmektedirler. 1990'dan sonra tarım sektörünün tamamen dağılması ile sektörde çalışanların gelirlerinde de büyük bir çöküş yaşanmıştır. Bulgaristan'ın AB'ye girmiş olmasına rağmen sektör halen kendini toparlayamamıştır.

-Pomak Türkleri Sorunu
Türklüğün muhafazası meselesinin diğer önemli bir yönü olarak incelememiz gereken Pomaklar meselesidir. Pomaklar, Balkanlar'ın güneyinde ve yoğun olarak Rodop Dağları ile Pirin Bölgesinde yaşayan genel çoğunluğu İslam dinine mensup bir topluluktur. Bulgaristan başta olmak üzere, Yunanistan ve Makedonya'da yaşayan Pomakların 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbinden sonra önemli bir kısmının Trakya ve Anadolu'ya göç ederek yerleştikleri bilinmektedir.
Günümüzde Bulgaristan'da bir milyon nüfusa sahip oldukları tahmin edilen Pomaklar Ukraynaca, Türkçe ve Bulgarca karışımı bir dilde konuşmaktadır. Pomakların kendilerini Türk olarak kabul ettiği bir gerçektir. Ancak Bulgarlar Slav ağırlıklı bir dil konuştuklarından dolayı Pomak Türklerini Bulgar olarak nitelendirmektedir. Yunanistan ise bu topluluğu "en saf Yunan ırkı" olarak nitelendiriyor. Her iki taraf da, Pomakların Osmanlı İmparatorluğu döneminde zorla Müslümanlaştırıldıklarını vurgulamaktadır.
Bir türlü Pomak Türklerinin kimliklerini kabullenemeyen Bulgar iktidarları geniş çaplı asimilasyon politikaları uygulamıştır. Bulgarların Pomak Türklerini asimile etme politikaları çeşitli yöntemlerle günümüze kadar sürmüş ve devam etmektedir. Geçmişte asimilasyonu sağlamak için çeşitli kaba yöntemler ve zorla göç ettirme politikaları uygulanırken günümüzde genellikle propaganda ve misyoner faaliyetleri ağırlık kazanmıştır. Yeni olarak değerlendirilebilecek bir gelişme ise Arapların Pomak Türklerine Vahabilik konusundaki propaganda çalışmalarıdır.
2004 yılından beri NATO, 2007 yılından beri AB üyesi olan Bulgaristan’ın komşuları Sırbistan, Makedonya, Romanya, Yunanistan ve Türkiye’dir. Karadeniz’e kıyısı vardır. 110 bin 994 kilometrekarelik yüzölçümüyle Avrupa'nın en büyük 16. ülkesidir. Nüfusu 2011 sayımına göre 7.364.570’dir.


TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 13’DE GÖRÜŞMEK ÜZERE.

3 Ocak 2016 Pazar

TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 11 - Komşular, Yunanistan

            TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 11

Yunanistan veya resmî adı ile Helen Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğu'nun zayıflaması sürecinde, 19. yüzyılın büyük sömürgeci devletlerinin de yardımıyla İstanbul'un idaresinden çıkarak kurulan 28 yeni devletten biridir.
Yunanistan adı antik İyonya (bugünkü İzmir, Aydın, Manisa, Muğla)’nın Arapça ve Farsça söyleniş şeklinden gelir. Orta Çağda Bizans İmparatorluğu ve sonra da Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde Romalı anlamına gelen Rum adı kullanılmıştır. Bu isim bugün daha çok Kıbrıs'ın güneyini ve halkını, İstanbul ve Ege'deki Yunan asıllı halkı ifade etmek için kullanılır. Yunanistan'da yaşayanlara, sıkça yapılan bir hata ile, Yunanlı denmektedir. Bunun yerine hem bu milletten olan kişiyi ifade etmek hem de Yunanistan'a ait olduğunu belirtmek için Yunan sözcüğü kullanılması gerekir.

Tarihte Hellen sıfatı, çeşitli etnik topluluklar için kullanılmıştır. Hellen sözcüğü ilk olarak Makedonya Kralı Büyük İskender’in Pers'ler üzerine yaptığı Asya Seferi sonunda Hellen Uygarlığı'nın kurmasıyla başlamıştır. Bu sefer sonunda Anadolu, Mezopotamya, Mısır İran ve Kuzey Hindistan topraklarını ele geçiren İskender, doğu ve batı (Yunan) kültürlerini sentezleyerek Hellen kültürünün oluşumunu sağlamıştır. Bu olaylar meydana gelirken Yunanlar, Hellen imparatorluğu içinde dağınık halde yaşıyorlardı. Yunanlar ticari ve kültürel ilişkiler içine girdikleri çeşitli halklarla bu dağınıklığı bozup, birlik oluşturmak istediler. Birliğin oluşmasında halkların lehçe farklarına rağmen Yunanca konuşmaları da önemli bir etken olmuştur.
Yunanlar, kendilerine ırk birliğini açığa vuran "Hellen" adını vermeden önce, başka ırktan olanları ve başka dil konuşanları "Barbares" (Barbarlar) olarak göstermişlerdir. Bu şekilde kendileriyle yabancılar arasında bir sınır çizip, kendi ırksal topluluklarını kurarak, Hellen sözcüğünün oluşumunu sağlamışlardır. “Grek” deyimine tarihsel açıdan bakıldığında Yunanlar'ın Akdeniz'de koloniler kurması bunda büyük etken olmuştur. O zamanlarda Yunan kolonilerinden biri de İtalya yarımadasındaki Kime’dir. Kime Eğriboz adasında yaşayan Halkisliler tarafından kurulmuştur fakat bu şehrin kurulmasında Eğriboz adasının karşı kıyılarındaki Gralar yardımcı olmuştur. Bunun sonucunda bu kavmin adı İtalya'da biraz değiştirilmek suretiyle "Graikus" (Graecus) şeklini almış, sonraları Latinler tarafından tüm Hellen kavmini gösteren kolektif bir sözcük olarak kullanılmıştır.
"İyonya", Yunanistan'daki Dor istilası karşısında Anadolu kıyılarına göç etmek zorunda kalan ve Batı Anadolu'da on iki büyük site kuran halkın kendilerine verdikleri isimdir. İyonlar bir süre bağımsız kaldıktan sonra Anadolu’nun halklarından olan Lidyalılar'a boyun eğmişleridir. Daha sonra doğudan gelen Pers işgallerine yenilen Lidya’nın Pers egemenliğine girmesiyle İyonlar da Pers egemenliğine girmiştir. Daha sonra bu “İyon” adı giderek yayılmaya başlamıştır. Tevrat'ta Yavan, Asur yazıtlarında Yavnai, Pers yazılı belgelerinde Yauna olarak gösterilmiştir. Buna göre; doğudan gelen ve önce Batı Anadolu'yu (dolayısıyla İyonya'yı) ele geçiren Persler, Ege'deki düşmanlarına "Yauna" adını vermişlerdir. Bu ad zamanla bugünkü Yunanistan halkını da içine alacak şekilde genelleşmiştir. Türkler de, yanlış da olsa bu adı kullanmışlardır ve günümüzde de kullanılmaktadır.
Ayrıca Arapçada Roma İmparatorluğunda veya Doğu Roma’da yaşayan Yunanlar'a Roma'lı manasında "Rumi” denirdi. Fakat daha sonra sözcük “Rum” halini almış ve bir süre sonra da Anadolu’da yaşayan Yunanlar'a denilmiştir ve günümüzde de denilmektedir.

Laik ve seküler temelli Yunanistan'ın yönetim şekli Parlamenter demokrasidir. 300 sandalyeli Yunan Parlamentosu dört yıl için ve genel oyla seçilir. Cumhurbaşkanı Parlamento tarafından beş yıl için seçilir. Cumhurbaşkanı, başbakan ve hükümet üyelerini atamakla görevli olup, yasaları veto etme yetkisi vardır.

Genel olarak Türk - Yunan ilişkileri:
Uzun yıllar boyunca, sorunları yaratması sebebiyle, özellikle Yunan tarafının uzak durması nedeniyle diyalog eksikliğiyle de beslenen, sorunlu bir seyir izleyen Türk-Yunan ilişkileri, 1999 yılında her iki ülkede yaşanan deprem felaketlerinde karşılıklı olarak verilen desteğin ardından yeni bir döneme girmiştir. İki ülkenin yurttaşları arasında başlayan yakınlaşma iki devlet arasındaki ilişkilere de yansımış; bunun sonucunda taraflar arasında bir işbirliği ve diyalog süreci başlamıştır. Bu çerçevede, Dışişleri Bakanlarının yılda birer kez gerçekleştirdikleri karşılıklı ziyaretler; Dışişleri Bakanlıkları Müsteşarları arasında Ege sorunlarıyla ilgili olarak sürdürülen sorunların temelini ortaya çıkarmaya (istikşafi) yönelik temaslar; Dışişleri Bakanlıkları Siyasi Direktörlerinin eşbaşkanlığında toplanan Yönlendirme Komitesi’nin himayesinde faaliyet gösteren Çalışma Grupları ve Dışişleri Bakanlıkları Siyasi Direktörleri arasındaki Güven Artırıcı Önlemler (GAÖ) görüşmeleri gibi mekanizmalar geliştirilmiştir.
14–15 Mayıs 2010 tarihlerinde, Atina’da, her iki ülkenin başbakanının katılımıyla Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi (YDİK) tesis edilmiş ve ilk toplantı gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede, Dışişleri, İçişleri, Ekonomi, Ticaret, AB, Ulaştırma, Eğitim, Kültür, Turizm, Enerji ve Çevre Bakanlarının katılımıyla 22 mutabakat metni akdedilmiştir.
İkinci YDİK toplantısı ise 4 Mart 2013 tarihinde İstanbul’da düzenlenmiş olup, her iki ülkenin başbakanları ile her iki taraftan bu defa 13 Bakanın katılımıyla düzenlenen toplantıda toplam 25 belge imzalanmıştır. YDİK ikinci toplantısı kapsamında, İstanbul’da düzenlenen Türk-Yunan İş Forumu toplantısında, 2012 yılı itibariyle 4,9 milyar Dolar seviyesinde bulunan ikili ticaret hacmini 10 milyar Dolar seviyesine çıkartma hedefi açıklanmıştır.

Türkiye ve Yunanistan arasındaki sorunlar:
Türkiye sadece Yunanistan ile ilgili olarak değil, diğer komşularıyla da ilgili olarak, sorunlarını 2003 yılından itibaren, “komşularla sıfır sorun” adı altında, uykuya yatırmıştır. Sıfır sorun uykuya yatmakla sağlanamaz. Uykuya yatırılması, sorunların olmadığı anlamını taşımaz. Zaman içinde tüm bu sorunlar uyanacak ve geçmişten daha zorlu süreçler yaşanarak çözüme kavuşturulmaya çalışılacaktır. Zaten komşularla sıfır sorun demek edilgen bir dış politika olup jeostratejik ve jeopolitik anlamda pozisyon kaybını beraberinde getirmektedir.
Türkiye ile Yunanistan arasında Ege Denizi’nde birbiriyle bağlantılı ve Türkiye’nin temel hak ve çıkarlarını doğrudan etkileyen bir dizi sorun bulunmaktadır. Konumuz komşuluk ilişkileri olduğu ve sorunların hepsi başlı başına bir araştırma konusu teşkil ettiği için burada kısaca değinilecek ama zaman içinde bağımsız makalelerle her bir sorun alt sorunları ile birlikte derinlemesine incelenecektir. Sorunları sıralayacak olursak:
-Karasularının Genişliği:
Lozan Barış Anlaşması’nda Ege'deki karasuları 3 mil olarak kabul edilmiştir. Yunanistan bu hükmü zaman içinde bozarak 6 mile çıkarmıştır. Daha sonra Türkiye de 6 mile çıkartmıştır. Bu bir nevi “kendi zararına olan hareketi onaylamaktır.” Yunanistan 1982 BM sözleşmesine dayanarak karasularının genişliğini 12 mile çıkarmak istemektedir. Türkiye bunu savaş sebebi sayacağını deklere etmiştir.
           Bu konuda yapılması gereken “amir hükümlerin olduğu Lozan Barış Anlaşmasını uygulamaktır.”

-Kıta Sahanlığının Belirlenmesi:
Kıta sahanlığı adından da anlaşılacağı üzere “anakaranın deniz altındaki doğal uzantısı” manasındadır. Dolayısıyla ana karanın su altında en derin yere ulaşması ile sahanlık belirlenir. Bu hattın tüm kıta boyunca birleştirilmesi sonucu kıta sahanlığı hattı elde edilmiş olur. Buradaki sorun Türkiye kıyılarına yakın olan adaların kıta sahanlığı hesaplanırken Türk Kıta Sahanlığı içinde kalmasıdır.
           Yunanistan, Türkiye ile herhangi bir anlaşma yapmadan kıta sahanlığını "eşit uzaklık" ilkesine göre tek taraflı bir biçimde saptayarak, bölgede yabancı şirketlere petrol arama izni vermeye başlamıştır.
           Kıta sahanlığı aynı zamanda ekonomik bölge kavramını da yakından ilgilendirmekte olup, zaten bu iki sorun bir arada görülmektedir.
           
            -Deniz Sınırlarının Tespiti:
Kara suları ve kıta sahanlığı sorunları ile yakından ilgili bir sorun olup henüz iki ülke arsında bir anlaşma yoktur.

-Egemenliği Uluslararası Anlaşmalarla Yunanistan’a Bırakılmamış Ada, Adacık ve Kayalıklarının Statüsü:
Yunanistan tüm ada, adacık ve kayalıkların kendisine ait olduğunu iddia etmekte ve buralara bayrak dikmektedir. Bazılarını ise silahlandırmıştır.

-Hava Sahası Genişliği, FIR (Uçuş Bilgi Bölgesi):
Yunanistan hava sahasını 3 milden 10 mile çıkarmıştır ve Türkiye buna itiraz etmemiştir. Kıbrıs savaşı esnasında Türkiye kendi haklarını korumaya çalışmış olup, sorun bundan sonra başlamıştır. Burada esas olan karasuları gibi bunun da 3 mil olarak uygulanmasıdır.

-Doğu Ege Adalarının Uluslararası Anlaşmalar Hilafına Silahlandırılması:

-Kıbrıs/Enosis:
            Kıbrıs’ın tümüyle Yunanistan’a katılmasının sağlanması anlamına gelmektedir.

-Azınlıklar Sorunu:
Yunanistan’daki Türkler çok kötü şartlarda hayat mücadelesi verirken Türkiye’deki Rumlar Türk vatandaşlarından daha iyi şartlarda yaşamaktadır.
Türkiye ile Yunanistan arasında 30 Ocak 1923 tarihinde imzalanan Ahali Mübadelesine İlişkin Anlaşma, Batı Trakya’daki Türk nüfus ile İstanbul, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rum Ortodoks nüfusun mübadele dışında bırakılmasını hükme bağlamıştır. Bu çerçevede halen Batı Trakya'da sayıları 150.000 civarında Müslüman Türk Azınlık bulunmaktadır. 1923 Lozan Barış Anlaşması’yla Batı Trakya Türk toplumuna “azınlık” statüsü tanınmıştır. Lozan Anlaşması’nın 37 ila 44. maddeleri, Türkiye’deki Müslüman olmayan Azınlıkların haklarına ilişkin düzenlemeleri içermekte; 45. maddesi ise, Türkiye’nin Müslüman olmayan Azınlıklara tanıdığı bu hakların Yunanistan tarafından da, topraklarında bulunan Müslüman Azınlığa tanındığı kaydedilmektedir. Ancak tüm bu hükümler Yunanistan tarafından uygulanmamakta olup, derin ve sürekliliği olan sorunlara neden olmaktadır. Başlıca alt sorunları şöyle sıralayabiliriz:
- Etnik kimliğin tanınmaması sorunu
- Seçilmiş Müftünün tanınmaması    
- Vakıflar
- 19. madde mağdurları
- Eğitim alanındaki sorunlar
- Siyasi temsil düzeyi

Yunanistan’daki Türk varlığı Batı Trakya’yla sınırlı olmayıp, Rodos ve İstanköy (Kos) ağırlıklı olmak üzere Onikiada’da yaşayan ve sayıları 6.000 civarında olan bir Türk nüfus da bulunmaktadır. Yunan makamları, 1923 yılında Lozan Barış Anlaşması imzalandığında Onikiada’nın İtalyan yönetimi altında bulunduğu gerekçesiyle söz konusu soydaşlarımıza “azınlık” statüsü tanımamaktadırlar. Bu konudaki alt sorunları aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür:
- İnsan ve Azınlık Haklarının durumu
- Eğitim alanındaki sorunlar
- Dini özgürlükler
- Vakıfların durumu

Ege sorunlarına ilişkin Türkiye ile Yunanistan arasında iki temel diyalog kanalı bulunmaktadır. Bunlardan ilki bugüne kadar 54 tur görüşme gerçekleştirilmiş bulunan istikşafi temaslar, ikincisi ise mevcut durumda 29 önlemin kabul edilmiş olduğu Güven Artırıcı Önlemler sürecidir.

Ticari ve Ekonomik Yapısı:
Yunanistan’da 2010 yılından sonraki döneme damgasını vuran ekonomik/mali sorunlar ve Troika (AB Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve IMF) tarafından, kredi sağlanması karşılığında talep edilen ağır tedbirler ülkede sosyal huzursuzluk yaratmıştır.
Yunan ekonomisi öteden beri bütçe açığı ve kamu borçlarının yüksekliği, kamu sektörünün hacmi, piyasaların düşük rekabet gücü ve yabancı yatırımların azlığı gibi sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Bu nedenle, uluslararası mali piyasalarda ortaya çıkan ve zamanla reel ekonomiyi de içine alan küresel ekonomik kriz Yunanistan’ı önemli ölçüde etkilemiş olup, bütçe açığı sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır; ayrıca mali sektör likidite sorunu yaşamaktadır.
Yunanistan AB içindeki en borçlu ülke olmamakla beraber, yapısal reformları gerçekleştirmemiş olması krizden çıkmasını zorlaştırmaktadır. Bu nedenle derinleşen krizin, Yunanistan’a borç veren AB ülke ve kurumları kanalıyla Avro bölgesinde yayılma potansiyelinin bertaraf edilmesini sağlamak maksadıyla; 2020 yılına kadar Yunanistan’ın kamu borcunun GSYİH’ya oranının %120 seviyesine indirilmesi hedeflenmiştir. Yunan Hükümeti ile Troika arasında yürütülen görüşmeler neticesinde, Yunanistan’a dilimler halinde tedricen serbest bırakılmak üzere, toplam 240 milyar Avro tutarında yardım yapılması kararlaştırılmıştır.
Troyka söz konusu yardım paketlerinin serbest bırakılması amacıyla, Yunanistan Hükümeti’nin, tasarruf yapılmasını ve büyüme perspektifinin önünün açılmasını sağlayacak yapısal reformları hayata geçirmesini talep etmektedir. Ancak Hükümetin bu çerçevede aldığı tasarruf tedbirleri de Yunan kamuoyunda memnuniyetsizlik yaratmakta, muhtelif sektörlerde greve gidilmesine yol açmaktadır.
Yunan ekonomisi bu çerçevede 2008 yılından bu yana %24 oranında küçülmüş olup, ekonomideki daralma 2012 yılı sonu itibariyle de %6,4 oranında gerçekleşmiştir. Bu gelişmeye bağlı olarak işsizlik oranı 2013 yılında %27,2’ye yükselmiştir.
Diğer yandan Yunan Hükümeti’nin 2015 yılına kadar 50 milyar Avro tutarında özelleştirme yapması beklenmektedir.

Türkiye – Yunanistan Ticari İlişkileri
İki komşu ülke olmalarına rağmen ticaret hacmi yeterince yüksek değildir. 5 milyar dolar seviyelerinde seyreden hacmin düşük olmasının ana gerekçesi iki ülke ekonomisinin de teknolojik mal üretiminde yeterli düzeyde olmamasıdır. Bunun yanında benzer ürünleri üretmeleri de hacmin düşük kalmasına neden olmaktadır. Bir diğer neden ise iki ülkede de yaşanan krizlerin dış alımı kısıtlayarak aşılmaya çalışılmasıdır.
Yunan işadamlarının Türkiye’deki yatırımları, Türk işadamlarının Yunanistan’daki yatırımlarında çok daha fazladır. Türkiye’de 500 den fazla Yunan şirketi vardır ve toplam yatırımları 7 milyar doları aşmıştır. Buna karşılık sadece 20 den fazla Türk firması Yunanistan’da 100 milyon doları bile bulmayan bir yatırım yapmıştır.

Yunanistan ile Türkiye arasındaki turist gidiş gelişi ise neredeyse başa baştır.

Türkiye ile Yunanistan arasında taşımacılık alanındaki ilişkiler, bir miktar artan ticaret hacmi bakımından önem taşımaktadır. Bu çerçevede son olarak, İpsala/Kipi sınır kapısında mevcut köprünün ihtiyacı karşılamaması nedeniyle ikinci bir köprü inşa edilmesi hususunda iki ülke arasında bir anlaşma imzalanmış olup, 27 Mayıs 2011 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Yunanistan, 1981'den beri Avrupa Birliği, 1952'den beri NATO, 1961'den beri OECD, 1995'ten beri Batı Avrupa Birliği ve 2005'den beri Avrupa Uzay Ajansı üyesidir. Türkiye büyük bir basiretsizlik örneği göstererek bu ülkeyi Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütüne üye yapmıştır. Bunu sıkıntısını mutlaka yaşayacaktır.

Halkın büyük çoğunluğunu Yunanlar (9.555.000) oluşturur. Yunanlar büyük bir çoğunlukla Hıristiyan Ortodokstur. Nüfusun çoğunluğu Türkiye’den 1924 ve 1955 mübadeleleri neticesinde göçen Rum nüfustan oluşur. 1924 öncesi Yunan Krallığı'nın nüfusu 2 milyonun altındaydı ve bu nüfusun çoğunluğunu Yunanlaşmış Arnavutlar yani Arnavitler oluşturuyordu. Buna 1,5 milyon civarında Anadolu Rum'u eklendi. Anadolu'dan göçen Rumlar daha çok Batı Trakya ve Tesalya'ya yerleştiler ve yüksek çocuk sayısı ve nüfus artışıyla eski Arvanit/Yunan nüfusunu geride bıraktılar.
Başlıca azınlıkları Makedonlar (250.000), Tosk Arnavutları (222.000), Ulahlar (209.000), Pontuslu Rumlar (202.000), Arvanitika Arnavutları (152.000) ve Müslüman azınlıkları Türkler (150.000), Pomaklar (50,000), SaidîAraplar (30.000), Farslar (10.000), Afrikalılar (6.100) oluşturmaktadır.
Ayrıca Karaman'da yaşayan Ortodokslar da mübadele sırasında Yunanistan'daki Müslüman Türklerle Mübadele sırasında değiştirilmiştir. 1923 Lozan Antlaşmasına ekli protokol hükümlerince Türkiye'de yaşayan yaklaşık 193.000 Karamanlı, Rum sayılarak zorunlu nüfus değişimine tabi tutulmuşlardır

131.957 km2 yüzölçümüne sahip olup, nüfusu 2011 tahminlerine göre 10.977.945 kişidir.
Komşuları Bulgaristan, Türkiye, Makedonya, Arnavutluk’tur.
Yunanistan'ın 1935 kilometre uzunluğunda kara sınırı vardır:
-Türkiye ile 203 km (kara sınırı 203, deniz ile birlikte, Trakya'dan Rodos'a kadar 931 km deniz sınırı),
-Arnavutluk ile 282 km,
-Bulgaristan ile 494 km,
-Makedonya Cumhuriyeti ile 228 km.

          TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 12’DE GÖRÜŞMEK ÜZERE.


2 Ocak 2016 Cumartesi

TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 10 - Komşular, Suriye

TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 10

Mevcut iç savaştan önce seküler ve laik bir Ortadoğu ülkesi olan Suriye’nin Türkiye ile olan ilişkisi, iç savaş nedeni ile tamamen kesilmiş durumdadır. Suriye iç savaşı çıkartan taraflardan biri olarak kuzey komşusu olan Türkiye’yi görmektedir. Bu gün itibari ile gelinen noktada Suriye’nin haklı olduğu belgelenmiştir. Ancak konumuz bu olmadığı için işin bu tarafı ile ilgilenmeyeceğiz. Suriye hakkında mevcut durumdan kısmen söz edilecek ve geçmişteki yani şu anda dondurulmuş olan sorunlar kısaca açıklanacak. Mevcut durumu ile ilgili gelişmeler ciddi bir tez çalışması değeri taşımaktadır.
Bu satırları kaleme alan kişi, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olup, Türklüğü ile sınırsız övünç ve kıvanç duyan biridir. Ancak yine bu kişi ucu kendisine dokunacak dahi olsa her şeyin tamamen gerçeklerden ve doğrulardan hareketle açıklanması ve halledilmesi gayretindedir. Bu sorumluluk bilincinden hareketle, Suriye ile ilgili konular incelenirken bu ülkeye karşı komşuluk görevlerini yerine getirmeyen komşularından da bahsedilecektir.

Suriye, bağımsızlığını kazandığı 1946’dan 1970 yılına kadar, darbeler ve karşı darbelerin yaşandığı istikrarsız bir dönem geçirmiştir. 1963 yılında Arap Sosyalist Baas Partisi darbeyle yönetimi ele geçirmiş, 1966 ve 1970 yıllarında ise parti içi darbeler yaşanmıştır. 1970 yılındaki darbeyi gerçekleştiren dönemin Savunma Bakanı Hafız Esad, önce kendini Başbakan ilan etmiş, ardından 1971 yılında düzenlenen ve tek aday olarak katıldığı referandumda Cumhurbaşkanı olmuştur.
Cumhurbaşkanı Hafız Esad’ın 10 Haziran 2000 tarihinde ölmesi üzerine, o sırada 34 yaşında olan oğlu Beşar Esad’ın Cumhurbaşkanı olabilmesi için, Anayasada değişiklik yapılarak Cumhurbaşkanlığı yaş sınırı 40’tan 34’e indirilmiş ve Beşar Esad 10 Temmuz 2000 tarihli ve 27 Mayıs 2007 tarihli referandumlarda peş peşe iki kez Cumhurbaşkanı seçilmiştir.
Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın iktidara gelmesinden hemen sonra Suriye’de demokratikleşme, insan hakları ve ifade özgürlüğü alanlarında kısa süren nispi bir açılım dönemi yaşanmıştır. “Şam Baharı” olarak adlandırılan bu dönem 2001 Şubat ayında iki bağımsız milletvekilinin (Mumin Homsi ve Riad Seif) siyasi reformlar talep etmeleri nedeniyle “yasadışı olarak Anayasayı değiştirmeye teşebbüs suçundan” yargılanarak hapse atılmalarıyla sonuçlanmıştır. Bu tarihten itibaren, Cumhurbaşkanı Esad, Suriye’nin dış politikada karşılaştığı sorunları da ileri sürerek siyasi reformlardan uzaklaşmıştır. Ülkede demokrasi ve reform talep eden çok sayıda muhalif, 2005 Ekim ayında “Şam Deklarasyonunu” imzalamışlar, ancak bu muhaliflerden de bir kısmı daha sonra hapse girmiş, bir kısmı ise ülkeyi terk etmek zorunda kalmıştır.
2011 yılı başında Tunus ve Mısır’da başlayan ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan demokrasi ve değişim rüzgârı, Suriye’yi de derinden etkilemiştir. Suriye’deki mevcut rejim karşıtlarının anlatıla geldiği hikâyeye göre, “Suriye’de halkın özlemini duyduğu hak ve özgürlüklere sahip olmak amacıyla başlattığı ve ilk olarak Daraa’da meydana gelen gösteriler, 16 Mart 2011 tarihinden itibaren ülke geneline yayılmış olup, güvenlik kuvvetlerinin ve paramiliter güçlerin (Şebbiha) başvurdukları şiddetin etkisiyle Suriye kendisini kırılması zor bir şiddet sarmalının içerisinde bulmuştur.”
Bahsi geçen Şebbiha’dan kısaca bahsetmek gerekirse “Arapça "Hayalet" anlamına gelir. Beşşar Esad’a bağlı silahlı, resmi olmayan bir teşkilattır. Şebbiha'nın 1975 yılında Hafız Esad’ın yeğeni Nümeyr Esad tarafından kurulduğu zannedilmektedir. Halkın içine karışıp bilgi aldığı bilinmektedir. Ayrıca operasyonlara katılmaktadır. 2011-2012 Suriye Ayaklanmasında rejime hizmet etmektedir. Bundan önce Hafız Esad'a hizmet eden kuruluş, birçok ayaklanmayı bastırmıştır.” denebilir.
Ülkede yaşanan ihtilafın barışçıl bir şekilde çözümlenebilmesini sağlamak maksadıyla ortaya koyulan çeşitli plan ve yol haritalarını uygulamaya yanaşmayan sadece Suriye Hükümeti değildir. Daha özgür ve demokratik bir Suriye özleminden beslenen talep ve beklentileri olduğunu dile getiren sözde Suriye muhalefeti, hükümetin kendilerini “ülkenin barış ve istikrarını bozmayı amaçlayan teröristler” olarak nitelediği ve bu talepleri şiddet kullanarak bastırma yoluna gittiğini iddia etmiştir. Bazı çevrelerce barışçıl olduğu iddia edilen gösterilerin, özellikle batılı ülkeler tarafından desteklenmesi barışçı niteliğini ortadan kaldırmaktadır. Zaten daha önce deklere edilen BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ (BOP) veya değiştirilmiş hali ile GENİŞLETİLMİŞ ORTADOĞU VE KUZEY AFRİKA PROJESİ (GOP) ortalık yerde durmaktadır ve ülkenin kuzey komşusu olan Türkiye’nin başbakanı değişik zamanlarda kendisinin BOP Eşbaşkanı olduğunu söylemektedir. Zaten bundan önce yaşanan Tunus, Libya ve Mısır örneklerinin de dumanı hala tütmektedir. Dahası kuzey komşusunun başbakanının Libya ve Mısır örneğinde isyancılar tarafında yer aldığı ve onlara para dâhil her türlü desteği sağladığı düşünülünce tehlike kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Hal böyle olunca ülkede oluşan gösterilerin masum istekler olduğunu söylemek mümkün değildir. Suriye Hükümetinin göstericilerin üzerine ateş açmak suretiyle şiddet politikasına başvurduğu söylenmektedir. Şu anda ortalık karışık olduğu için kimse doğrulardan bahsetmemektedir. Zaman içinde sular durulduğunda gösterilere başvuran halkın yabancı güçler tarafından yönlendirildiği ortaya çıkacaktır. Zaten devreye Rusya’nın girmesi ile bunlar konuşulmaya başlanmıştır. Yine aynı çevrelerce halkın üzerine tank ve top gibi ağır silahlar kullanarak giden hükümetin olayları tırmandırdığı söylenmektedir. Ancak bağımsız ulusal ve uluslararası basın gerçeklerin iddia edilenin tam tersinin olduğunu ve hükümetin meşru müdafaa hakkını kullandığını en başından beri yazmaktadır. Hatta hükümetin isyancılara ve onlarla birlik olan sivil halka karşı, 21 Ağustos 2013’de sarin gazı kullandığı iddia edilmiş ve sözde ispatlanmıştır. Ancak zaman içinde ortaya çıktı ki, sarin gazını kullananlar IŞİD terör örgütü mensuplarıdır. Hatta bunun böyle olduğunu GOP kapsamını belirleyen ülkenin (ABD) başkanı bile bilmektedir ve gaz yapımında kullanılan maddelerin Türkiye’den gittiğine dair ellerinde istihbarat bilgisi de vardır. Bu konu ile ilgili olarak Türkiye hakkında uluslararası ceza mahkemesine suç duyurusunda bulunulmuştur. Zaten Rusya Federasyonu (RF) bunun öyle olmadığını baştan beri söylemekteydi. Çünkü Suriye hükümetinin elindeki tüm kimyasal silahları eski SSCB vermiş olup, yerine kurulan RF kullanılan gazın Suriye’de mevcudiyetinin olmadığını beyan etmekteydi. Yapılan tahlil ve tetkikler bu konuda Suriye’yi haklı çıkarmış olup, bu haklılığı BM kayıtlarına da geçmiştir. Ayrıca Suriye Hükümeti bir samimiyet göstergesi olarak ve aynı zamanda teröristlerin eline geçer ve kullanırlar korkusu ile elindeki tüm kimyasal silahları uluslararası kuruluş nezaretinde tamamen yok etmiştir.
2011 yılından beri ölen kişi sayısı hakkında net bir rakam olmamakla birlikte uluslararası insan hakları gözlemevinin bildirdiği rakam 330.000 den daha fazla olduğu yönündedir. Yine aynı kaynak 8 milyon civarında kişinin yerinden edildiği, yardıma muhtaç kişi sayısının 13 milyon sınırında olduğu, komşu ülkelere sığınan sayısının ise 5 milyona yaklaştığı beyan edilmektedir. Aklıselim düşünmeyenler bunun sorumlusunun Suriye Hükümeti olduğunu beyan etmektedir. Esasında ülkenin karışıklığa girmesinin nedeni selefi inancı yaymaya çalışan Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye olduğu bağımsız gözler tarafından görülmektedir.

30 Eylül 2015 tarihinden itibaren RF olaylara hava ve uzay kuvvetleri ile müdahalede bulunmuştur. Müdahale Suriye hükümetinin yardım talebi ile başladığından BM nezdinde meşrudur ve zaten hiçbir ülke sesini çıkaramamıştır. Müdahalenin sonuçları birçok yönlüdür.
-Askeri sonuçları: Teröristlerin ilerlemesi durdurulmuştur. Teröristler geriye doğru atılmaya ve önemli arazi parçaları ele geçirilmeye başlanmıştır. En kanlı düşman olan IŞİD terör örgütünün ekonomik ve askeri yapılanması ciddi zarar görmüştür. IŞİD terör örgütünün anapara kaynağı olana petrol sevkiyatı ciddi boyutta sekteye uğramıştır. Süper güç olarak nitelenen bir ülkenin doğrudan desteği süresiz olarak sağlanmıştır. Kendi askeri teçhizat ve malzemesini yenilemeye başlamıştır. Başta ABD olmak üzere koalisyon güçlerinin IŞİD ile mücadele etmediği ortaya çıkmıştır.
-Siyasi sonuçları: Suriye hükümetinin itibarı yükselmiştir. Geçmişte Esat’sız çözüm isteyen birçok ülke Esatlı çözüme razı olmuştur. Aslında bu bir yerde Suriye Hükümetinin masumluğunu da onaylamaktadır. Artık birkaç ülke dışında büyük çoğunluk Suriye’nin geleceğine kendi halkının karar vereceği fikrine sahip çıkmaya başlamıştır. Teröristler askeri alanda olduğu gibi uluslararası arenada da zemin kaybetmişlerdir. Artık birçok ülke bunlara karşı askeri operasyonlara başlamıştır. Suriye’nin geleceği RF’nun niyet ve maksatları doğrultusunda belirleneceğini söylemek yanlış olmaz.
-RF’nun elde ettiği sonuçlar: Dünya nezdinde sözüne güvenilir olduğu intibaı güçlenmiştir. Terörizme karşı olduğu algısı tazelenmiştir. Sıcak denizlerden atılamayacağı kabul görmüştür. Sıcak denizlerde eskiden bir olan üs sayısı şimdiden üçe yükselmiştir. Daha önce denemediği tüm silah sistemlerini denemiş ve beklenenin üstünde olumlu sonuçlar almıştır. Türkiye hava sahasını kontrol eder hale gelmiştir. En modern silahlarını kendi ülkesi dışında da yerleştirmeye başlamıştır.
-Türkiye açısından sonuçları: Türkiye’nin Suriye’deki teröristlere para, silah, mühimmat, insan, eğitim, tıbbi yardım, izinsiz geçiş, barınma gibi yardımlarda bulunduğu ortaya çıkmış olup, ülke ve yöneticileri hakkında uluslararası ceza mahkemesine suç duyurusunda bulunulmuştur. Sonuçta Türkiye yalnızlığa itilmiştir. IŞİD terör örgütü tarafından çalınan Suriye petrolünün Türkiye’ye, dahası iktidar partisinin önde gelenlerine, satıldığı ortaya çıkmıştır. Türkiye’nin güneyine emsallerinden daha gelişmiş olan S-400 hava savunma sistemi yerleştirilmiş olup, bu sebepten dolayı Suriye hava sahasındaki kontrolünü kaybetmiştir. Bölgesel güç olma iddiasında olan ve bu bakımdan dış gelire gereksinim duyan Türkiye, dış satımda Suriye’yi kaybettiği gibi RF’ nu da kaybetmiştir. Suriye’nin gelecekte yeniden yapılanmasında yer alamayacak duruma düştü. Masrafları çok ağır olan 2,5 milyon civarında bir göçmene ev sahipliği yapmak durumunda kalındı.
Suriye’deki mevcut durum, ülkemiz başta olmak üzere, bölgesel ve uluslararası güvenlik ve barış açısından ciddi tehdit oluşturmayı sürdürmektedir. Bunun yaratıcısı batı ülkeleri, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan’dır. Suriye’nin yıkılmasını öngören geçiş sürecinin kısa zamanda sonuçlandırılamaması, ülke içinde etnik ve mezhepsel temelde ayrışma ve şiddet sarmalının genişleyerek, bölge geneline yayılma riskini de artırmaktadır. Son dönemde, özellikle sınırlarımıza yakın bölgelerde dinci ve etnik terör unsurlarının müdahil oldukları çatışmaların sınır bölgemizdeki yerleşim birimlerimize olumsuz yansımalarının artmakta olduğu gözlenmektedir. Suriye'deki ihtilafın Türkiye’ye yönelik yarattığı muhtemel tehditler karşısında gereken tedbirler hassasiyetle alınmamaktadır. Bunun örneği Reyhanlı ilçesi içinde yaşanan iki, Suruç ve Ankara’da yaşanan birer katliam ile görüldü.

Türkiye ile Suriye arasındaki sorunlar:
-Sınır aşan sular ile ilgili sorun vardır. Şimdilik uykuda olan bu sorun ile ilgili olarak Suriye sürekli haksız taleplerde bulunurdu. Anlaşmalar dâhilinde kendisine verilen sudan daha fazlasını talep etmekteydi. Esasında Suriye’de de kişi başına düşen tatlı su miktarı, Irak örneğinde olduğu gibi, Türk halkından daha fazladır. Fırat nehri üzerinde yapılacak her türlü tasarrufta Suriye sürekli sorun çıkarmıştır. GAP buna örnektir.
-Hatay meselesi. Mesele olarak adlandırılması Suriye tarafından kaynaklanmaktadır. Bu mesele Türkiye açısından 30 Haziran 1939’da çözümlenmiştir. Ancak Suriye kendi haritalarında Hatay’ı hala kendi toprağı olarak göstermektedir. Denildiği gibi bu sadece kendisinin sorunudur.
-PKK terörü. Suriye’nin 1999 yılında bölücü örgütün yöneticisini kendi topraklarından kovarak buna son verdiğini düşünmek mümkündür. Ancak terör örgütünün içinde hayli miktarda ve üst düzeyde Suriyeliler vardır. Bu sorun şimdiki hali ile PYD olarak ortaya çıkmaktadır. Gelecekte de sorun olmaya devam edecektir. Suriye gelinen noktada ve bu noktadan sonra oluşacak zeminde Türkiye’ye karşı mutlaka terör kozunu oynayacaktır.
-Yeni eklenen sorunlardan birisi Suriye’deki terör örgütlerini Türkiye’nin desteklemesidir. Yıllarca kendisi terörden çok ektiği halde kendisine komşu olan bir devletteki terörist yapılanmaları desteklemesi anlaşılır bir durum değildir. Ve esasında kendi ülkesindeki terör örgütünün uluslararası zeminde terör örgütü olarak tanınmasını tehlikeye atmaktadır.

Suriye’nin ekonomik durumu:
Baas Partisi’nin iktidara geldiği 1963’ten itibaren sosyalist ekonomik politikalar uygulamaya başlayan Suriye, 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren piyasa ekonomisine yönelik adımlar atmaya başlamıştır. Cumhurbaşkanı Esad’ın 2000 yılında iktidara gelmesinden sonra ise sosyal piyasa ekonomisine geçiş süreci başlatılmıştır.
Bu çerçevede, 2000 yılından itibaren tedricen ekonominin serbestleştirilmesi ve dışa açılması ile özel sektörün geliştirilmesi ve ülkeye yabancı sermaye çekilmesine yönelik politikalar uygulanmaya başlanmıştır. Bu kapsamda, 2001 yılında ülkede özel bankalar kurulmasına izin verilmiş, 2003 yılında döviz kurları üzerindeki kontroller azaltılmaya başlanmış, 2007 yılında kabul edilen bir yasa ile yabancı yatırımcılara gayrimenkul edinme hakkı tanınmış, 2008 yılında sübvansiyonların azaltılmasına başlanmış, 2009 yılında ise Şam Borsası açılmıştır. Diğer yandan, yerli ve yabancı yatırımlar ile sanayi üretiminin teşvik edilmesi amacıyla Şam, Halep, Humus ve Deyrizor’da dört büyük organize sanayi sitesi kurulmuş, ayrıca ülkenin nispeten daha kurak ve geri kalmış durumdaki doğu ve kuzeydoğu bölgeleri için bölgesel kalkınma planları oluşturulmaya başlanmıştır. Suriye, 2001 ve 2004 yıllarında DTÖ üyeliği için de müracaat etmiş olup, 2010 yılında ABD’nin bu konudaki vetosunu kaldırması üzerine üyelik süreci başlamış bulunmaktadır.
Tüm bunlara rağmen, Suriye’nin ekonominin serbestleştirilmesi ve dışa açılması konusunda yeterli ve kararlı adımlar atmadığı ve bu alanda hala katedilecek çok mesafe bulunduğu yaygın kanaattir.
Suriye ekonomisine ilişkin en son istatistikler 2009 yılına ait olup, 2009 yılında GSMH 54.3 milyar ABD Doları (satın alma paritesine göre 102.4 milyar ABD Doları), büyüme oranı % 4.6, işsizlik oranı % 8.1 (gerçek oranın % 15-20 arasında olduğu söylenmektedir), enflasyon oranı % 2.6, ihracat 13 milyar ABD Doları, ithalat ise 17 milyar ABD Doları olarak gerçekleşmiştir. GSMH’nın % 20’si tarım, % 15’i sanayi ve % 65’i hizmetlerden oluşmaktadır.
Suriye’de uzun süre GSMH’nın yarısı tarım ve petrol sektörlerindeki üretimden oluşmuştur. Ancak, son yıllarda yaşanan kuraklıklar nedeniyle tarımsal üretimde ciddi düşüşler yaşanmış ve ülke ilk defa buğday ithal etmek zorunda kalmıştır. Suriye’de ilk petrol üretimi 1960’lı yılların sonlarında ülkenin kuzeyinde başlamış, 1980’li yılların ortalarında ise Suriye sınırlı düzeyde de olsa petrol ihraç eden bir ülke haline gelmiştir. Petrol üretimi 1995 yılında zirve yaparak günde 610 bin varile çıkmış, ancak anılan tarihten itibaren giderek azalmıştır. Halen Suriye’nin günlük petrol üretimi 385 bin varil civarında olup, Suriye bu miktarın aşağı yukarı 130 bin varilini ihraç etmektedir. Petrol ürünleri, GSMH ve ihracatta % 20-23 arasında yer tutmaktadır. Suriye’nin bilinen petrol rezervleri 2,5 milyar varil, bilinen doğal gaz rezervleri ise 240,7 trilyon metreküptür. Yeni petrol sahaları keşfedilmemesi halinde, Suriye’nin yakın zamanda tekrar petrol ithal eden ülke haline geleceği söylenmektedir.
Suriye’nin diğer önemli sanayi kolları arasında gıda ve tekstil gelmektedir. Ayrıca, ülke zengin fosfat yataklarına sahip olup, fosfat önemli bir ihraç kalemidir.

Akdeniz'in doğusunda yer alan Suriye'nin batısında dağlık bir kütle yer alır. Kuzey-güney yönünde uzanan Ensariye Dağları Türkiye'deki Nur Dağlarının bir uzantısı şeklinde Anti-Lübnan Dağları olarak İsrail'e kadar kıyı boyunca uzanır. Ortalama 1000 metre yükseklikteki bu dağlar kıyıya paralel uzanması nedeniyle deniz etkisinin Suriye'nin iç kısımlarına sokulmasını önler. Suriye'nin iç kısımlarında çöl şartları etkilidir. Suriye'nin güneydoğusunda Suriye Çölü yer alır. Suriye'nin 2/3 si çöllerle kaplıdır. Akdeniz kıyısında Akdeniz iklimi egemendir. Tarım ve hayvancılık halkın temel uğraşıdır.
Suriye’nin nüfusu 2009 yılı tahminlerine göre 21.906.000’dir.Yüzölçümü ise 185.180 km2’dir.
Komşuları; Ürdün, Irak, Türkiye, İran, Lübnan’dır. Ülke batısı ile Akdeniz kıyısındadır.

TÜRKİYE NEREDE BULUNUYOR 11’DE GÖRÜŞMEK ÜZERE.