2. İnsanoğlunun Ortaya Çıkışı ve Silah Geliştirme
Sürecinin Başlangıcı. Emergence of human being and the starting of arm
developing process.
İnsanoğlunun
yaradılışı ile ilgili olarak her dinin kendine has bir öyküsü vardır. Bizim
asıl konumuz bu olmadığından dinlerin anlattığı yaradılış hikâyelerine ayrı
ayrı girmeyeceğiz. Ancak, incelememizde konuyu irdelemeye çalışırken büyük
dinlerin kutsal kitaplarında geçen ortak söyleminden yola çıkacağız.
Dünyada
en yaygın olan tek tanrılı üç büyük dinin (İslam, Hristiyanlık ve Musevilik)
anlattığı ortak öyküye göre ilk insan olan (Hz.) Âdem tanrı tarafından balçıktan
(su ve toprak karışımından) yaratılmış ve kendisine bir ruh üflenmiştir. Daha
sonra (Hz.) Âdem’in kaburga kemiğinden, bir nevi mitoz bölünme ile, kendisine
eş olsun diye Havva yaratılmıştır. Tanrı’nın özel olarak yarattığı bu çift yine
Tanrı’nın özel olarak onlar için yarattığı, yeme-içme sorunu, yani beslenme
sorunu olmayan, güvenlik problemleri yaşanmayan, onları yiyebilecek doğal
düşmanlarının bulunmadığı, ısınma, barınma, sağlık problemleri gibi sorunların
bulunmadığı cennete konulmuşlardır.
Burada
yaşamaya başlayan (Hz.) Âdem ve Havva’dan tanrının istediği tek bir şey vardır.
O da, kendilerine yasaklanan bir cennet ağacının (genellikle elma olarak tasvir
edilen) meyvesini yememeleridir. Fakat kendilerine sunulan sınırsız imkânlara
ve tanrının yarattığı tüm canlılara göre üstün olan tekâmül etmiş bir canlı
olmalarına rağmen (Hz.) Âdem ve Havva’nın bazı zayıflıkları da vardır. Ve
maalesef bu zayıflıkları şeytan tarafından bilinmektedir. Tanrının baş meleği
olan ve kendisinden daha mükemmel bir canlı yarattığı için tanrıya isyan eden
Şeytan, Tanrı’nın bu yaratım işlemiyle hata ettiğini savunmaktadır. Bu
iddiasını ispat etmek için Tanrı ile bir anlaşmaya varır. Buna göre; Tanrı Şeytan’ı
kıyamete kadar eylemlerinde serbest bırakacaktır. Şeytan bu süre içinde,
Tanrı’nın ‘’Şimdiye kadar yarattığım ve bundan sonra da yaratacağım canlılar
arasında en mükemmel varlık.’’ dediği (Hz.) Âdem ve Havva’nın o kadar da
mükemmel olmadıklarını, hatta tam tersine hatalı ve eksik yaratıklar olduklarını
ispat etmeye çalışacaktır. Şeytan’ın iddiasına göre insanoğlu; fırsat bulunca
en büyük günahlar da dâhil birçok günah işleyecek, Tanrı’nın emirlerine uymayı
bırakacak, yasaklarını çiğnemeye başlayacak, hatta Tanrı’ya isyan edecek ve ona
şirk koşacaktır. Tanrı bu meydan okumayı kabul etmiş ve Şeytan’ı bu iddiasını
ispat etmekte serbest bırakmıştır. Şeytan, evrende isyan eden ilk canlı olmuş
ve bundan sonra insanlar arasında da isyancılar daima, aynı şeytanın tanrı
tarafından lanetlendiği gibi, insanlar tarafından lanetlenmiş ve en ağır cezaya
layık kişiler olarak görülmüştür.
Şeytan,
iddiasını ispatlamak için hemen işe koyulmuştur. Ama yüklendiği iş oldukça zor
bir iştir ve sonunda, eğer dediğini ispatlayabilirse, haklı olduğunu göstermiş
olmaktan kaynaklanan bir tatmin olma duygusundan başka, bir ödül de yoktur.
Çünkü Tanrı’ya isyan ettiği için kıyamet günü geldiğinde her hâlükârda
cehenneme atılarak cezalandırılacaktır. Ama Şeytan’ın benlik duygusu ve kendini
beğenmişliği her türlü beklentisinden üstündür. Onun için, haklı olduğunu
Tanrı’ya ispatlamak için hemen işe koyulur.
Şeytan’ın
işinin çok sor olduğunu söylemiştik. Gerçekten de çok zor bir iş yüklenmiştir,
çünkü insan düşünebilen, konuşarak iletişim kurabilen ve diğer canlılarda
olmayan birçok vasfa sahip olan gerçekten de üstün bir yaratıktır. Bir de
bulunduğu ortamın mükemmelliği göz önüne alındığında Şeytan’ın insanı kötü yola
sürüklenmesi oldukça zor görünmektedir. Çünkü insanların içinde yaşadığı cennet
kusursuz bir yerdir. Korunmak gereken hiçbir tehlike ve karşılanamayacak hiçbir
ihtiyaç yoktur. Her şey anında ve eksiksiz bir şekilde yapılabilmektedir. Bu
iki insan, Tanrı’nın varlığının şüphe götürmez kanıtları ile de her gün
karşılaştıklarından onların kafasında bir şüphe ve kötülük yaratmak neredeyse imkânsız
gibidir.
O
zaman yapılması gereken tek bir şey vardır. İnsanoğlu, hata yapmalarına karşı
korunaklı bir ortam sağlayan cennetten uzaklaştırılmalıdır. Bunun için
Şeytan’ın onlara Cennet’ten kovulmalarına sebep olacak büyük bir günah
işletmesi gerekmektedir. Peki, ama nasıl?
Şeytan
hemen insanın zayıflıklarını araştırmaya başlar. Evet, insan pek çok zayıflığa
sahiptir ama Cennet ortamında yaşadığı için bu zayıflıkların ortaya çıkarılması
çok zordur. Ancak Şeytan yine de kullanabileceği bir insani zayıflık bulur; ‘’merak
duygusu’’… Cennet kapısında dolaşan söylentileri dinleyerek bu duygunun kısa
süre içinde bu ilk insanlarda, özellikle de Havva’da, had safhaya çıktığını öğrenir.
Âdem daha dayanıklıdır ancak Havva, yanından geçerken meyvesini yemeleri
yasaklanmış ağaca büyük bir merakla bakmaktadır. ‘’Bu ağacın meyvesinden yiyen var
mı?’’ diye sormakta ve ‘’Acaba nasıl bir tadı var? Yiyenlerde nasıl bir
değişime sebep oluyor?’’ diye merak etmektedir. Şeytan artık zayıf halkayı ve
bu halkanın zayıf noktasını tespit etmiştir. Yani Aşil’in tendomu Havva’dır.
Şeytan
bir gün, yılanın vücudunu kullanarak kaçak olarak Cennet’e girer. Yılanın
ağzından konuşarak Havva’yı provoke etmeye ve onun yasak meyve ile ilgili
merakını körüklemeye başlar. Bunun sonucunda Havva dayanamaz ve insanoğlunun
ilk günahını işler. Tanrı’nın kesin emriyle yasaklanmış olmasına rağmen yasak
ağacın yanına gider ve gözüne kestirdiği en parlak ve gösterişli yasak meyveyi
kopararak yer. O sırada (Hz.) Âdem de oraya gelmiştir. Havva’yı yasak meyveyi
yerken görünce ilk insani duygulardan birini yaşamaya başlar: Endişe…
Sonra
bu duyguların arkası gelmeye devam eder. ‘’Şimdi Havva’ya ne olacak? Nasıl bir
cezaya maruz kalacak?’’ diye düşünmeye başlar ve ‘’korkar’’… O sırada Havva’yı
kandıran Şeytan’a çok ‘’kızar’’ ve ondan ‘’nefret’’ eder. Onu vücuduna girdiği
yılanla birlikte oradan kovar… Fakat Havva kopardığı meyveyi yiyip bitirdiği
halde hiçbir şey olmamıştır. (Hz.) Âdem sakinleşir gibi olur. Hatta Havva
meyvenin tadının güzelliğinden bahsettikçe onun da merakı artar ve
dayanamayarak o da güzel görünümlü bir meyve koparır ve yemeye başlar. Tam
meyveyi bitirmiştir ki Tanrı hiddetle seslenir. ‘’Kendilerine koyduğu yasağı
neden çiğnediklerini?’’ sorar ve bunun için cezalandırılacaklarını söyler.
Şimdi ikisi de çok korkmaya başlamıştır. Cezalarının cennetten kovulmak olduğu
kendilerine bildirilince bu korkuları daha da artar. Çok pişmandırlar ama
pişmanlıkları artık bir anlam ifade etmez. Cennet’ten kovularak daha önce hiç
bilmedikleri ve kendilerini nelerin beklediğini tahmin bile edemedikleri Dünya
gezegenine sürgün edilirler.
O
anda tüm duyguları en üst seviyeye ulaşmış durumdadır. Bu duygusal travma
sonucunda gözlerindeki perde kalkar. Daha önce kendilerini bir enerji varlığı
gibi algılamaktadırlar. O anda madde olduklarını ve savunmasız olduklarını fark
ederler. Birbirlerinin vücutlarının farkına varırlar. Hem birbirlerinin, hem de
tüm cennet sakinlerinin meraklı bakışları altında çıplak olduklarını fark
ederler. Cinsiyetlerinin ve farklılıklarının farkına varmışlardır. Üzerlerine
dikilen bakışlardan utanırlar. Durum çok kritiktir ve o anlıkta olsa bazı
şeylerden korunmak için çözüm bulmaları gerektiğini düşünürler. Böylece bir
insan tarafından yapılmış ilk eşyaları hemen orada icat ederler. İncir
yapraklarından cinsel organları bölgelerini örtecek şekilde iptidai bir kıyafet
yaparlar. Kısa süre içinde, insanoğlunun kıyamete kadar sürekli yaşayacakları
temel duyguları yaşamışlar (merak, zevk/tad alma, endişe, korku,
kızgınlık, nefret vb.) ve artık giderek
daha maddi bir varlık olmaya yani daha çok insan olmaya başlamışlardır.
Ondan
sonra, nasıl olduğu bilinmeyen bir şekilde ayrı ayrı bölgelere gidecek şekilde
dünyaya doğru bir yolculuğa çıkarlar. Soğuk, sıcak gibi hava olayları, vahşi
hayvanların oluşturduğu tehdit, açlık, susuzluk, yalnızlık gibi daha önce hiç
karşılaşmadıkları şeylerle mücadele ederek birbirlerini ararlar ve yine ne
kadar olduğu tam olarak bilinmeyen bir zamanın geçmesinin ardından birbirlerini
bulurlar. Bundan sonra, her dünya canlısı gibi ürerler ve çoğalmaya başlarlar.
Şu anda dünya üzerinde yaşayan her renk ve dilden milyarlarca insan onların
soyundan gelmişlerdir.
Bilim
dünyasında geniş bir kabul gören ve evrim teorisi denen hikâyede ise dinlerin
iddialarından ilk bakışta bazı önemli farklılıklar olduğu görülür. Bu teoriye
göre insan diğer canlılardan ayrı olarak yaratılmış özel bir canlı değildir. İlk
yaşam sularda, daha doğrusu suların karalarla birleştiği sığ yerlerdeki
bataklıklarda ortaya çıkmıştır. Başlangıçta tek hücreli basit formdaki bir
yaşam ortaya çıkmış (Bu ortaya çıkışın; bazı bilim adamlarınca dünyanın
yapısında bulunan yağlar, amino asitler vb. sayesinde olduğu iddia edilirken
bazılarınca da ilk tek hücreli canlı türlerinin göktaşları ile uzaydan geldiği
iddia edilmektedir.), daha sonra, neden olduğu tam olarak açıklanamayan
sebeplerle gerçekleşen mutasyonlar sonucunda bu tek hücreli canlı türlerinden giderek
tekâmül etmiş ve daha karmaşık yapıdaki birçok canlı türü gelişmiştir. Bu
türler de adına ‘’doğal seleksiyon’’ denilen bir sistem sayesinde gelişme ve
tekâmüllerine devam etmişlerdir.
Yaşam,
ilk var olduğu andan itibaren değişime uğrayarak çeşitlenirken bir yandan da
kıyıya yakın kara parçalarına kök salmıştır. Bu yaşam türleri çoğalıp yeni değişimlere
uğradıkça denizde ve kıyıda giderek artan sayıda ve çeşitlilikte yaşam türleri meydana
gelmiştir. Bu yaşam türlerinden karaya çıkanlar yavaş yavaş kıyıdan uzaklaşarak
karaların iç kesimlerine doğru yayılmış, karaya çıkan bazı türlerse (yunuslar
gibi) bilinmeyen sebeplerle tekrar sulara dönerek suda gelişen diğer canlılarla
beraber sulardaki yaşam çeşitliliğini oluşturmuştur. Kurbağalar gibi bazı türler
de hem suda hem de karada yaşayabilecek şekilde evrimleşmişlerdir.
Başlangıçta
sularda ortaya çıkan yaşam, karalarda da yaşanmaya uygun doğa ve iklim
çeşitleri oluştukça karaların iç kesimlerine doğru ilerlemiş, bu ilerleyiş
esnasında karşılaşılan doğa koşullarına göre yeni mutasyonlar ve yeni evrimler
sonucunda milyonlarca değişik canlı türü ortaya çıkmıştır.
Yukarıda
kısaca anlatmaya çalıştığımız ve bilim dünyasında halen birçok açıdan
eleştirilen, evrim teorisine göre insanoğlu da deniz kenarında başlayıp
karalara doğru yayıldıkça çeşitlenen bu yaşam süreci içinde belirli bir
tarihten sonra ortaya çıkmıştır. Bu iddiada olanlara göre insanoğlu, insansı
özellikler göstermeye başlamadan önce bir maymun türü veya maymuna benzer müstakil
bir tür olarak Afrika ormanlarında, diğer maymunlar gibi, ağaçların tepesinde
yaşıyormuş. Darwin’in evrim teorisi ile başlayıp daha sonra geliştirilen bu
anlayışa göre, bu maymun türünün ağaçlardan inip ormandan çıkarak bu gün uzaya
uydular gönderen bir türe dönüşmesi ile ilgili olarak birçok değişik iddia bulunmaktadır.
Bunlardan birine göre bu maymun türü bir gün (İklim değişikliği vb. sebeplerle)
ormandan çıkarak geniş düzlüklerde
yaşamaya karar vermiştir. Yeni yaşamaya başladığı yüksek otlarla dolu düzlüklerde
ileriyi, belki de yakınlardaki yiyecek kaynaklarını veya kendilerine yaklaşan
saldırganları görebilmek için, sık sık iki ayağı üzerinde dinelen bu canlı
sonunda sürekli olarak iki ayağı üzerinde yürümeye başlamıştır. Böylece ön
ayakları boşta ve işlevsiz kalan maymunumsu atalarımız, bu sayede bu ön ayaklarını
sopa, taş, vb. den yapılan basit aletlerden faydalanmak için kullanmaya
başlamışlardır.
Zamanla,
iki ayak üzerinde yürümesi fiziksel olarak, alet kullanmaya ve sürekli
karşılaştığı yeni sorunlara yeni çözümler bulmaya çalışması da zihinsel olarak
giderek daha zeki bir tür olarak evrimleşmesine ve gelişmesine sebep olmuş ve
insan diye tanımlayabileceğimiz ilk canlı türü oluşmaya başlamış. Bu insanlar
gittikleri bölgelerde giderek çoğalmışlar ve çoğaldıkça da bulundukları ilk
merkezden her yöne doğru yayılmaya başlamışlar. Yeni ortamlara gittikçe yeni
şartlara uyum sağlamak ve yeni sorunlara yeni çözümler bulmak zorunda kaldıklarından
fiziksel ve zihinsel olarak gelişmeye devam etmişler.
Bizim
incelediğimiz konu açısından bu iki iddianın hangisinin doğru olduğunun bir
önemi olmadığından bu konuya girmeyeceğiz. Çünkü ister cennetten kovulan (Hz.) Âdem
ve Havva olsun, isterse de ormanı terk eden, belki de başka maymunlar veya
kendi türlerinden güçlü bir grup tarafından kovularak düzlüklere açılan ilk insan
çifti olsun ellerinde işe yarar hiçbir alet veya edevat ve hatta üzerlerinde
bir kıyafet bile olmayan bu iki çıplak ve savunmasız insan aynı zor şartları
göğüslemek zorunda kalmışlardır.
Burada
bizim dikkatimizi çeken husus bu iki teori arasında aslında bizim
inceleyeceğimiz konu açısından çok büyük benzerlikler olmasıdır. Yaradılışla
ilgili olarak her iki teorinin başlangıç noktaları çok farklı olsa da dünyaya
yayılıp insan ırkını oluşturmadan önceki son safhalar iki teoride de büyük
benzerlikler göstermektedir. Dinlerin teorisinde dünya dışında olan cennette
yaşarken insanın değişmesini gerektirmeyen oldukça güvenli bir ortam vardır. Bu
durum bilimsel teoride bahsedilen orman için de aynıdır. Binyıllar, belki de milyonlarca
yıllar boyunca oldukça güvenli ve gıda sıkıntısı da olmayan ormanda yaşayan
insanın ataları buraya adapte olmakla yetinmiş, değişim ve gelişme için
herhangi bir çaba göstermeye gerek duymamıştır. İster cennetten, ister ormandan
ayrılmış veya atılmış olsun, ne zaman ki yaşadığı çevreyi değiştirmiş ve bunun
sonucunda yeni zorluklar ve tehlikelerle karşılaşmış işte o zaman bu yeni
ortama adapte olarak yaşamını sürdürmek için bazı yeni yetenekler geliştirmek
ihtiyacını duymuş, bu yetenekler de onu geliştirmiş ve değiştirmiştir. Demek ki
değişimin ve diğer her şeyin itici gücünü, bulunduğumuz bölgeyi terk ederek
başka bölgelere göç etmek sebebiyle yeni ihtiyaçların ortaya çıkması oluşturmuştur.
Bu
ihtiyaçların neler olacağını belirleyen temel faktör ise yaşanılan yeni
coğrafyadır. Çünkü coğrafya değiştikçe iklim, hava ve arazi şartları
değişmiştir. Böylece yiyecek türlerinde ve tehditlerde de belli bir değişim
ortaya çıkmıştır. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; bu insanlardan bir kısmının
yer değiştirerek bir deniz kenarına varıp orada yaşamaya başladığını düşünelim.
Bir yerden sonra bu insanlar denizin yenilebilecek canlılarla dolu olduğunu
fark etmiş ve bunları avlamak için yöntemler geliştirmiş olmalılar. Benzer şekilde,
daha önce yaşadıkları yerlerde belki de hiç görmedikleri ve balıkları yiyerek
beslenen bazı ayı vb. yırtıcılarla karşılaşmışlar, bunlara karşı mücadele
edebilmek için yeni yöntemler ve silahlar geliştirmişlerdir. Buradan da şöyle
bir sonuca varabiliriz; insanın her türlü gelişiminde, dolayısıyla askeri açıdan
gelişmesinde de coğrafya belirleyici bir unsur olmuştur.
Şimdi
tekrar konumuza dönerek dünyaya atılan veya ormandan kovulan çiftimizin nasıl
bir hayat sürdüğüne bakacak olursak, muhtemelen yaşadıkları bölgede bulunan
meyveleri, bitki köklerini, hayvan yuvalarında buldukları yumurtaları,
yakalayabildikleri küçük hayvanları, özellikle de küçük sürüngenleri, yırtıcı hayvanların
avlarından arta kalan leşleri vb. şeyleri yiyerek yaşamlarını sürdürmüşlerdir.
Tabii
cennetten/ormandan ayrıldıktan sonra yeni bazı tehditlerle de karşılaşmışlardır.
Onları potansiyel yiyecek olarak gören etoburlardan korunmak için ağaçlara,
yüksek kayalara tırmanmışlar, mağaralara ve dar oyuklara girerek gizlenmişlerdir.
Ancak bazen kaçacak yer bulamadıklarında veya kaçmaya fırsat kalmadığı
zamanlarda etraflarında buldukları kuru dalları ve elleriyle atabilecekleri
büyüklükte taşları kullanarak bu hayvanlarla mücadele etmişlerdir. Bunlar belki
de ilk silah kullanma becerilerini ve askeri yöntemlerin temellerini attıkları
anlardır. Böylece ilk insanlar değişik hayvanlara karşı bu yöntemleri
kullanarak deneyim kazanmış ve başarılı oldukları savunma araç ve yöntemlerini
geliştirmeye başlamış olmalılar.
Bu
insanlar zamanla, buldukları düz ve sağlam dal parçalarının uçlarını kayalara
sürterek ilk delici silahlarını yaptılar. Bu silahların ucunun her hayvanın
derisini delemediğini veya delse de kırılarak kısa sürede elden çıktığını
görünce çevrelerinde buldukları sivri taşları veya opsidyenleri[1] sert taşlara sürterek daha
da sivriltip keskinleştirdiler ve buldukları sarmaşıklarla veya deri
parçalarıyla düz ve uzun dalların ucuna monte ederek ilk gerçek mızraklarını
yaptılar.
Zamanla
taş ve opsidyenlerden bıçak yapmayı da öğrendiler. Bunu da hem bir yakın dövüş
silahı hem de yiyeceklerini veya kaldıkları mağaraların ağızlarını kapattıkları
dal ve sazları kesmek için kullanmaya başladılar. Bu basit silahları
geliştirmekle avcılık yetenekleri ve dolayısıyla tükettikleri protein oranı
arttı. Bu beyin kapasitelerinin artışına yardım ederken bol yiyecek üreme
oranlarında ve nüfuslarında da hızlı bir artışa sebep oldu.
Yıllar
geçtikçe küçük fakat giderek büyüyen bir topluluk haline geldiler. Bu topluluk
genel olarak belli bir bölgede dolaşarak avcı toplayıcı bir yaşamın temellerini
atmaya başladı. Başlangıçta toplumun lideri babayken, babanın ölmesiyle
birlikte en güçlü erkek çocuk toplum liderliğini ele geçirdi. Toplum büyüyüp
geliştikçe yavaş yavaş belli bir iş bölümü ve sınıflaşma ortaya çıkmaya
başladı. Kadınlar çocukların bakımı ve toplanan meyvelerin muhafazası gibi
işlerle uğraşırken genç erkekler avcı grupları olarak başlayan ilk askeri
gruplar şeklinde teşkilatlandılar. Yaşlılar grubun yönetimi ve yakın savunması
ile kavgaları ayırma ve adil bir sonuca ulaştırma gibi görevleri üslendiler.
Ölen kişilerin vahşi hayvanlar tarafından parçalanmaması için ölü gömme
adetleri ve buna bağlı olarak bu işleri yapan bazı insanlar ortaya çıktı.
Ölülerle haşır neşir olan bu insanlar ölüler dünyası ve ruhlarla ilişki kurmaya
başladılar ve belki de ilk olarak güneş, ay, şimşek gibi doğal oluşumlara
tapınma veya totemler yapma ve bunlara tapınma işlemini yürüten bir sınıf
haline geldiler. Çünkü cennetten/ormandan ayrıldıkları zamandan sonra gittikleri
yeni yerlerde, eğer varsa, eski inançlarını unuttular ve yeni bölgeye uygun
yeni tanrılar, inançlar ve dinler oluşturdular.
Ateşin
kullanılması insan için yeni bir devrimsel sürece sebep oldu. Yaban hayvanları
ateşten korktuklarından mağaraların girişine savunma maksatlı ateş yakmaya
başladılar. Tesadüfen, ateşte pişen etin daha lezzetli ve sindiriminin daha
kolay olduğunu öğrendiler. Belki de bu sebeple yeterince güvenli hale getirebildikleri
mağaralar bölgesine daha fazla bağımlı kalarak, göçebelikten yarı göçebe bir
hayata geçmeye başladılar. Bu mağaralardan bir gündüz süresi mesafeye kadar
olan bölge topluluğun av ve yaşam bölgesi olarak kabul edilerek faaliyetlerine
devam ettiler. Çünkü gece olunca herkesin geri dönmesi ve mağaralara girerek
güvenlik tedbirlerini almaları gerekiyordu. Gece demek tehlike demekti. Gece
avlanan yırtıcılar oldukça fazlaydı ve gerek kendileri gerekse mağaralar
bölgesinde kalan kadın, çocuk, yaşlı, hasta ve sakat akrabaları geceleyin
tehlikeye daha fazla açık bir durumda kalabilirlerdi.
Yıllar
geçtikçe zaman zaman yaşam alanlarının sınırlarının ötesine geçmek zorunda
kaldıkları durumlar da yaşadılar. Bu durumlarda komşu bölgelerde yaşayan bazı
başka insan gruplarının olduğunu öğrendiler. Bu gruplardan bazı avcılar veya
kaçaklar onların bölgelerine girmeye başladılar. Bu karşılaşmalar genellikle
kısa süreler için oluyor ve her iki gruba mensup insanlar ellerinde mızraklar
ve obsidyenden yapılmış bıçaklar olduğu halde her an bir saldırıya karşılık
verecek şekilde birbirlerini uzaktan süzerek kendi bölgelerinde emniyetli yerlere
çekiliyorlardı.
Komşu topluluklar benzer bir coğrafyada
yaşadıklarından ve benzer bir yaşam tarzı sürdürdüklerinden iletişim için
birbirine yakın sesler çıkararak anlaşsalar da birbirlerinden tamamen
yalıtılmış toplumlar halinde yaşadıklarından çok az kelimelerden oluşan ama
birbirinden farklı diller oluşturmaya başladılar. Bu sebeple tesadüfi
karşılaşmalar sırasında belirli bazı işaretler ve vücut dili hariç
birbirleriyle tam olarak sözlü iletişim kuramamaktadırlar.
Zamanla
nüfus daha da artıp, bizim takip ettiğimiz grubun yaşam alanına, farklı
gruplardan daha çok insan girip çıktıkça karşılaşılan yabancı insan sayısı ve
karşılaşma oranlarında artış yaşanmaya başlamıştır. Bu karşılaşmalarda;
avlanmak için aynı hayvan sürüsünü takip etme, avlanan bir hayvanın birden
fazla grup tarafından sahiplenilmesi veya buna benzer başka sebeplerle ara sıra
küçük çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır. Grubumuzun yaşam alanına giren insan
sayısının artması ve her geçen gün daha farklı gruplara ait kişilerle temasa
geçilmesi sebebiyle değişik insan gruplarının yaşam alanlarının kesişim
noktalarında tesadüfi çatışmaların oranı gün geçtikçe artmaya devam etmiştir.
30. 12. 2015 M.Ç.
1. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/savas-bir-tercih-degil-bir.html
2. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/insanoglunun-ortaya-cks-ve-silah.html
3. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/insan-topluluklarnn-cogalmas-ve.html
4. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/tarm-toplumlarnn-ortaya-cks-ve-ordularn.html
5.http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/farkl-cografyalara-goc-ve-bu-bolgelerde.html
6. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/cografyann-savas-ve-askerlik-uzerindeki.html
7. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/ortadogu-ve-anadoludaki-tarm.html
8. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/daglk-bolgelerde-yasayan-tolumlarda.html
9. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/steplerde-yasayan-gocebe-topluluklarda.html
10. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/tecrit-edilmis-buyuk-bolgelerde.html
11. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/dsa-ksmen-ack-buyuk-bolgelerde-ordularn.html
12. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/denizci-uluslarda-ordularn-olusumu-ve.html
13. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/diger-bolgelerde-ordularn-olusumu-ve.html
14. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/sonuclar-results.html
30. 12. 2015 M.Ç.
1. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/savas-bir-tercih-degil-bir.html
2. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/insanoglunun-ortaya-cks-ve-silah.html
3. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/insan-topluluklarnn-cogalmas-ve.html
4. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/tarm-toplumlarnn-ortaya-cks-ve-ordularn.html
5.http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/farkl-cografyalara-goc-ve-bu-bolgelerde.html
6. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/cografyann-savas-ve-askerlik-uzerindeki.html
7. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/ortadogu-ve-anadoludaki-tarm.html
8. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/daglk-bolgelerde-yasayan-tolumlarda.html
9. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/steplerde-yasayan-gocebe-topluluklarda.html
10. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/tecrit-edilmis-buyuk-bolgelerde.html
11. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/dsa-ksmen-ack-buyuk-bolgelerde-ordularn.html
12. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/denizci-uluslarda-ordularn-olusumu-ve.html
13. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/diger-bolgelerde-ordularn-olusumu-ve.html
14. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/sonuclar-results.html
[1]
Opsidyen: Yanardağların lav püskürtmeleri esnasında yer altındaki çeşitli
minerallerin eriyerek yeryüzüne çıkması ve zamanla soğuması sonucu oluşan camsı
kaya parçalarıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder