2001 Yılından günümüze kadar olan
dönemde uygulanan güvenlik stratejisi(AKP Hükümeti Dönemi stratejileri):
2001 yılına
gelindiğinde, Türkiye’nin çevresinde ortaya çıkan çatışma ve tehditler kısmen
de olsa azalmıştı. Balkanlardaki ve Kafkasya’daki çatışmalar durmuş,
buralardaki güvenlik ortamı daha stabil bir hale gelmişti. Ortadoğu’da da, bazı
sorunlar devem etmekle birlikte Türkiye’yi içine çekme riski olan çatışmalarda
bir durağanlık ortaya çıkmıştı. Ortadoğu’da Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren
belki de tek sorun Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge uygulaması sonucu bölgesel
Kürt gruplarının bağımsız bir devlete doğru evirilen gelişmeleriydi.
Abdullah ÖCALAN’ın
yakalanmasının ardından PKK’nın silahlı güçlerini ülke dışına çekmesiyle iç çatışmalarda
da önemli bir azalma yaşanmış ve Türkiye uzun yılların ardından rahat bir nefes
almaya başlamıştı. Ancak tüm bu olumlu gelişmelere karşın iç istikrar giderek
bozuluyordu. Ülkede ekonomik krizin yarattığı çöküş halkta bıkkınlık yaratmış
ve dini radikal gruplar yükselişe geçmişti. İşte tam da böyle kaotik bir ortam
devam ederken 11 Eylül 2001 tarihinde, El Kaide Terör Örgütü, sivil uçaklarla
ABD’deki bazı hedeflere saldırdı.
11 Eylül 2001
tarihinde, El Kaide terör örgütünün, ABD’deki eylemleri tüm dünyada çok büyük
bir travma yarattı. Bu olay Soğuk Savaş sonrası yaşanan ve tek kutuplu düzen
diye lanse edilen gelişmelerde büyük bir kırılma yaşanmasına sebep oldu. Bu saldırılardan
sonra güvenlik kavramı da tamamen değişti. Nükleer Savaş ve Sovyetler Birliği’nin
yıkılmasıyla ABD’nin tartışmasız üstünlüğünün kabul edildiği konvansiyonel harp
alanındaki mücadele kavramlarına şimdi ‘’asimetrik harp’’ diye yeni bir savaş
kavramı ekleniyordu.
‘’Gücüyle mütenasip
olmayan etkiler yaratan harp’’ anlamına gelen bu kavram, en küçük askeri
birimlerden Harp Akademilerine kadar her yerde konuşulan ve tartışılan tek konu
oldu. Daha önceleri, ‘’genelde zayıfın güçlüye karşı uyguladığı bir harp şekli’’
olarak kabul edilen bu kavram Gayri Nizami Harp ile eş anlamlı olarak
kullanılırken artık ‘’Fatih Sultan Mehmet’in, gemileri bir gece karadan
yürüterek Haliç’e indirmesi’’ gibi silahları veya silah sistemlerini alışılmış metotların
dışında kullanılmasına kadar geniş anlamlarda yorumlanmaya başlandı. Bu sebeple
asimetrik harp, zayıfın güçlüye karşı bir silahı olmanın yanında güçlü
devletler tarafından da, daha düşük maliyetle zafer kazanmanın bir vasıtası
olarak görülmeye başlandı.
Bu saldırı, savaş
kavramını değiştirmesinin yanında başka önemli gelişmeleri de beraberinde getirdi.
Bir defa bu olay; ABD’nin tek süper güç olarak dokunulmazlık imajına büyük bir
darbe vurdu. Ayrıca bu, iç savaştan beri topraklarında herhangi bir savaş görmeyen,
bu sebeple de kendilerini her türlü saldırılardan muaf bir konumda gören ABD
yönetiminin ve kamuoyunun kendine güvenine indirilen ağır bir darbeydi. Bu
saldırılar ABD’nin yenilmez bir düşman olmadığını ortaya çıkardığından artık
her önüne gelen örgüt ABD’ye saldırabilirdi.
Gerçi daha önce de
dünyanın değişik bölgelerindeki ABD üs ve askeri birliklerine birçok terör
eylemi yapılmıştı, ancak bu onlardan tamamen farklıydı. Bir defa hedef çok iyi
seçilmiş, ABD’nin gücünü temsil eden; Beyaz Saray gibi bir idari ve siyasi
yönetim merkezi, Pentagon gibi askeri yönetim merkezi ve Dünya Ticaret Merkezi
gibi ekonomik merkez aynı anda vurulmaya çalışılmıştı. Bu yapılırken uygulanan
teknik ise daha korkutucuydu. Bu saldırılar, tek bir silah kullanılmadan,
ABD’nin kendi sivil yolcu uçaklarıyla ve o ülkeye yolcu uçağıyla gelmiş
teröristlerce yapılmıştı. Böylece, çok düşük bir insan kaybı ve ekonomik
maliyetle ABD gibi dünyanın tek süper gücü olan bir devlete çok ağır bir darbe
indirilmişti.
Bunun etkisi o
kadar büyük olmuştu ki ABD başkanı bir süre ortaya çıkıp açıklama yapamadı.
Doğal olarak bu aşağılanma, ABD’yi çok saldırgan bir tutuma sürükledi. Bu durumun
diğer bir sonucu da, daha önce ortaya atılan ‘’medeniyetler çatışması’’
teorilerini yeniden gündeme taşıması oldu. Hatta ‘’11 Eylül’ün, dini inançları
ideolojik farklılıklarla ikame ederek Doğu ve Batı arasındaki uçurumu öne
çıkarması dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından da daha büyük anlam
taşıdığını’’ iddia edenler oldu. [1]
Saldırının ardından ABD, tek taraflılık ve şiddete dayanan güç kullanımı
doktrinine döndü. Önce Afrika’da bazı El Kaide merkezlerini bombaladı ve Taliban
yönetiminin El Kaide’ye yapılması planlanan operasyonlara destek vermeyi kabul
etmemesi üzerine 2001 yılında Afganistan’a müdahalede bulundu.[2]
Bu olaylardan sonra,
ABD’nin Kafkasya ve Ortadoğu politikaları da daha agresif hale geldi. Bu
kapsamda Türkiye de, ABD’nin desteğiyle Kafkasya’da etkinliğini artırmaya başladı
ve Gürcistan’da bir askeri üs kurdu. Böylece Türkiye, Kafkasya’da 90’lardaki
çekingen tavırlarını bırakarak daha etkin bir politika izlemeye başladı.[3]
Oluşan uygun şartları değerlendiren Gürcistan, Türkiye’nin ardından ABD askerlerine
de topraklarını açınca, bu durum Rusya’nın sert tepkisine sebep oldu ve böyleye
Kafkasya’da güç mücadelesi yeniden hız kazandı.
Bu gelişmeler
olurken Türkiye ağır ekonomik sorunlarla boğuşmaktaydı. Yıllar süren terörle
mücadele sebebiyle zaten kötü durumda olan ekonomi, yaşanan büyük doğal afetlerin
de etkisiyle tamamen çıkmaza girdi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında MGK
toplantısında meydana gelen tartışmadan sonra bu durum büyük bir ekonomik ve
siyasi krize dönüştü. 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde AKP, oyların
%34,28’ini alarak tek başına iktidar oldu.
Bundan sonra, Türkiye’nin
iç ve dış güvenlik politikasının, 11 Eylül olayları öncesinde yeni bir teori
ortaya koymak iddiasıyla ‘’Stratejik Derinlik’’[4]
isminde bir kitap yayımlayan ve başbakanlık baş danışmanlığına getirilen Ahmet
Davutoğlu’nun genel görüşleri çerçevesinde şekillendiği söylenebilir.[5]
Davutoğlu’nun stratejik öngörüsündeki temel tezi ‘’Türkiye’nin köprü değil,
merkez ülke olduğu’’ şeklindeydi.[6]
Davutoğlu’nun danışmanlığa getirildiği dönemde; Filistin’de ciddi gelişmeler
ortaya çıkmaya başlamış, ABD tarafından; Irak, İran ve Kuzey Kore şer ekseni
ilan edilmiş ve Irak’a yönelik bir askeri operasyon yüksek sesle dile
getirilmeye başlanmıştı.
ABD’nin, ‘’Küresel
Savaş’’ ve ‘’Teröre Karşı Savaş’’ söylemleri ve Afganistan’a yapılan operasyon
dünyadan genel bir destek görmüştü. Fakat Bush’un Irak, İran ve Kuzey Kore’yi
hedef göstermesiyle birlikte ABD ve AB arasında, anlaşmazlık baş gösterdi.
Bunun sonucunda, ABD, AB’deki müttefiklerinden tam bir destek alamadı.[7]
AB ülkeleri, Ortadoğu’daki genel dengenin bozulacağı, Ortadoğu’da güç
dengesinin ABD ve İsrail lehine bozulacağı ve bunun sonucunda Avrupa’nın
olumsuz etkileneceği endişesiyle Irak’a yönelik bir operasyona karşı çıkıyordu.
Bu dönemde ABD için 1980 ve 90’lardaki gibi aynı anda hem Irak’ı, hem de İran’ı
çerçeveleme politikası da geçerliliğini yitirmeye başlamıştı.
ABD’nin Irak savaşı
öncesindeki zorlayıcı tavrı, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır gibi bölge
ülkelerini de korkuttu.[8]
Bu sebeple Türkiye, bir yandan Almanya ve Fransa gibi devletlerin muhalefetine
destek verirken diğer yandan da ABD’yi kızdıracak hareketlerden kaçınmaya
çalıştı.[9]
Türkiye, Kuzey Irak’taki gelişmelerden ve Irak’a askeri bir müdahalenin Irak’ın
bölünmesine sebep olacağından da endişeliydi.[10]
Bu sırada faaliyetlerini artıran PKK’nın İran uzantısı PJAK’ın da etkisiyle 2002
yılından itibaren İran ve Türkiye yakınlaşmaya başladı.[11]
16 Kasım 2002
yılında böyle bir ortamda iktidara gelen AKP hükümeti Türkiye’nin yanı başında
ortaya çıkan Irak krizi sebebiyle bu yılı devlete ve sorunlarına adapte olmakla
geçirdi. Bu arada, ön alma stratejisi ve çıkarlarının tehdit edildiği her yerde
saldırmayı Amerika’nın egemenlik hakkı sayan ‘’Bush Doktrini’’ gereğince ABD
Irak’a girdi. Fakat harekât öncesinde ‘’Ya bizimlesiniz, ya da bize karşı.’’ söylemiyle
hareket eden ABD birçok devleti kendinden uzaklaştırdığından nerdeyse tek
başına hareket ediyordu.[12]
Davutoğlu’nun
ifadesiyle yeni hükümetin politikaları açısından 2003 yılı da; intibak, kriz
yönetimi ve telafi yılı olarak kabul edilmişti. Yeni hükümet devlet kurumlarına
intibak etmeye çalışırken Türkiye; Irak, Kıbrıs ve AB müzakere sürecinde de kriz
yönetimi uygulamaya çalışıyordu.[13]
Türkiye, 2003 yılında Amerikan birliklerinin ülkesinden geçmesini reddedince[14] 2003-2007 yılları arası, Türkiye-ABD
ilişkilerinde cezalandırma dönemi oldu. Bu sebeple ABD, PKK terör örgütünü
görmezden gelirken Kuzey Irak’ın örgüt için güvenli bölge olmasını sağlayacak
şekilde davrandı.[15]
Hükümet; ABD ve AB ile ilişkileri yeniden geliştirmek ayrıca TSK ile mücadelesinde
onların desteğini almak maksadıyla Kıbrıs ve Ermenistan konularında tavizler
vermeye başladı. Fakat öte yandan da, 1997 yılında başlayan, Türkiye’nin Batı’dan
bağımsız hareket etme süreci Rusya ve İran özelinde devam ettirildi.[16]
Bu sırada eski Sovyet
cumhuriyetlerinde, ABD ve Batı tarafından desteklenen renkli devrimler yeni bir
istikrarsızlık döneminin ilk işaretlerini vermeye başlamıştı. Bu kapsamda Kasım
2003’te Gürcistan’daki Gül Devrimi’nin ardından, Shevardadze hükümetinin
devrilmesiyle Mikhail Saakashvili iktidara geldi. Bu durum Kafkasya’da yeni
sorunların da başlangıcı oldu.[17]
Çünkü Saakashvili, iktidara gelir gelmez Gürcistan’ın dış politikasını tamamen
batıya endeksledi. Bu da Kafkasya’da, Rusya’nın yarattığı yeni gerilimleri
ortaya çıkarmaya başladı.
Irak’ta da Türkiye’yi
doğrudan etkileyecek gelişmeler oluyordu. ABD, Irak’ın işgaliyle Türkiye’nin
komşusu olunca, Türkiye ve ABD arasında bazı çıkar çatışmaları ve çuval olayı
gibi krizler yaşanmaya başladı.[18]
2003’ten itibaren; Irakla bağlantılı sorunlar, PKK, Kuzey Irak’ta ortaya çıkan
Kürt yerel yönetimi ve bundan dolayı Türk-Amerikan ilişkilerinin gerginleşmesi Türkiye’nin
Karadeniz politikalarını da etkiledi. Böylece 2005-2007 yılları arasında Türkiye,
Karadeniz’de ABD ile rekabet içine girdi. Ayrıca ABD, Kafkasya’ya doğrudan girince
Türkiye, Rusya’nın yanında ABD ile de etkinlik mücadelesine girmek zorunda
kaldı.[19]
2003 yılında
İstanbul’da meydana gelen terörist eylemler dâhil, dünyanın dört bir tarafında
gerçekleştirilen saldırılar, terörizmin ulaşabileceği boyutları gözler önüne
serince terörizmle mücadelede uluslararası işbirliğinin önemini bir kez daha gündemin
ön sıralarına getirdi.[20]
Bu durum Türkiye ile ABD ve AB arasında yakınlaşmaya sebep oldu. Öte yandan
NATO’nun doğu ve kuzeye doğru genişlemeye başlaması Rusya’yı Balkanlardan ve
Orta Avrupa’dan uzaklaştıracak adımlar olarak Rusya’nın tepkisini çekmeye
başladı. Türkiye, Rusya ile arasında tampon vazifesi gören eski Varşova Paktı
ülkelerinin NATO şemsiyesi altına girerek savunma açısından güçlenmelerini ve
Karadeniz’de Rusya’ya karşı savunmasını güçlendirmeyi hedeflediğinden Bulgaristan,
Romanya, Slovenya, Slovakya, Estonya, Litvanya ve Letonya’nın 2004’te, NATO’ya
katılmasını destekledi.[21]
2003 yılının büyük
krizlerinin etkisini kaybetmeye başlamasıyla öz güvenini kazanmaya başlayan
Türkiye artık büyük hedeflere ulaşmayı öngördüğünün işaretlerini vermeye
başladı. Bu kapsamda 2004 yılından itibaren, Türkiye’nin bölgesel güç değil,
küresel güç olduğu dile getirilmeye başlandı. Bu güven duygusuyla Türkiye, eski
güvenlik politikalarını bir yana bırakarak başta Kıbrıs olmak üzere birçok
alanda yeni açılımlar yapmaya başladı.[22]
2004 yılında,
Türkiye’nin dış politikasını etkin kılacak biçimde güç temerküz ettirmesi
konuşulmaya başlanmış ve bunun için bazı temel referanslar kabul edilmişti.
Bunlar; Özgürlük-güvenlik dengesi, komşu ülkelerle sıfır sorun ve komşu
havzalarda etkinlik, çok boyutlu ve çok kulvarlı dış politika, yeni bir
diplomatik üslup, ritmik diplomasi ve yeni havzalara açılımdı.[23]
2004 yılının ilk
dört ayında Türkiye öncelikle Kıbrıs müzakerelerine yoğunlaştı. GKRY’nin AB’ye
üyeliğinin 1 Mayıs 2004’te oylanacak olması da bunda etkili olmuştu. Öte yandan
Türkiye, komşu ülkelerle de ilişkilerini geliştirmeye yöneldi. Bu kapsamda başbakan,
2004 yılının ikinci dört ayında; Ukrayna, Yunanistan, Ürdün, Bulgaristan, İran,
Gürcistan, Suriye’yi ve Rusya devlet başkanı başta olmak üzere birçok yabancı
devlet adamını da Türkiye’yi ziyaret etti.[24]
Bu yıl Ortadoğu’da
ortaya çıkan yeni bir sorun bölgenin yeniden istikrarsızlaşmaya başladığının
işaretini vermeye başladı. Bu sorun Lübnan’da cumhurbaşkanı seçimlerinin
yaklaşması ile birlikte kendini gösterdi. Lübnan’ı askeri birlikleri ile fiilen
kontrol eden Suriye, anayasayı değiştirerek eski başkanın yeniden seçilmesini
sağlamaya çalışınca, Lübnan’daki gruplardan ve uluslararası kamuoyundan ciddi tepkiler
ortaya çıktı. 14 Şubat 2005’te, başbakan Refik Hariri bir suikasta kurban
gidince durum daha da gerginleşti. Artan baskılar sonucunda Suriye, 27 Nisan
2005’te Lübnan’daki askerlerini çekmek zorunda kaldı.[25]
Ortadoğu’da mevzi kaybetmeye başlayan Suriye bu durumu tolere edebilmek için
Türkiye’ye yanaşmaya başladı.
2005 Yılında,
Ortadoğu’da yaşanan diğer önemli bir gelişme de Irak’ta tırmanan mezhep
çatışmaları oldu. Türkiye, Irak’taki Sünni ve Şii gruplarla kalıcı ilişkiler
geliştirmeye çalıştı ve Sünni grupları seçimlere katılmaya ikna etti. Bu yıl, PKK’nın
yeniden eylemlerini artırmaya başlamasıyla Irak’ta yaşanabilecek
istikrarsızlığın, Türkiye’yi doğrudan etkileyeceği ortaya çıktı. Bu sebeple Türk
hükümeti, geliştirmeye çalıştığı komşularla sıfır çözüm politikası kapsamında
çevresindeki istikrarsızlıkların ve çatışmaların önlenmesi için daha aktif bir
politika izlemeye başladı. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya dönük
yeni yaklaşım ile bir taraftan krizlerin çözümüne katkıda bulunmayı amaçlayan
aktif tavır benimsenirken, diğer yandan da bölgesel barış, istikrar ve refahı
sağlayacak yeni bir bölgesel vizyon ortaya konulmaya çalışıldı.
2006 yılında
Ortadoğu’da yeni krizler ortaya çıktı. Bunlar Flistin’de HAMAS’ın seçimi
kazanması sonrasında bu sonucun Batı tarafından tanınmaması, İsrail-Lübnan
Savaşı, Irak’ta hızını artıran mezhep çatışması ve İran’ın nükleer programı ile
ilgili olarak tansiyonun yükselmesiydi. Krizlerin çözümünde daha aktif bir rol
almaya çalışan Türkiye, Filistin krizi, Lübnan Savaşı ve İran nükleer krizine arabulucu
olarak müdahil oldu.
Bu kapsamda yapılan
en önemli gelişmelerden biri Türkiye’nin, Batı tarafından terör örgütü olarak
tanımlanan HAMAS’ın meşru bir aktör olduğunu savunmaya başlaması ve bu örgütün
lideri Halit Meşal’in Ankara’ya yaptığı ziyaret oldu.[26]
Türkiye ileride yaşanacak Arap Baharı’na nasıl yaklaşacağının işaretlerini de
bu ziyaretle verdi. AKP hükümeti, Ortadoğu’da kendi siyasi düşüncelerine
paralel ideolojilere sahip partilerin yükselişe geçmesini başlangıçtan itibaren
destekledi. Bu tavrı ve sıradan insana hitap eden popülist söylemleriyle Arap
ülkelerinde büyük bir sempati kazanan hükümet,
Ortadoğu’nun en önemli sorunlarına müdahil olmaya başladı.
Türkiye, Sünni
HAMAS ile yakınlaşırken bazı gelişmeler Hizbullah gibi Şii örgütlerle de
ilişkilerin geliştirilmesinde etkili oldu. 12 Temmuz 2006’da, Hizbullah’ın üç
İsrail askerini öldürüp birini de kaçırmasının ertesi günü İsrail, Lübnan’a
yönelik kapsamlı bir operasyon başlattı ancak Hizbullah’ın etkin savunması
karşısında bir sonuç alamadı. 14 Ağustos 2006 tarihli BMGK kararıyla da savaş
sona erdirildi.[27] Bu
durum, o tarihe kadar Arap ülkeleriyle girdiği konvansiyonel harplerde, çok
başarılı iç hat manevraları yaparak her zaman zafer kazanan İsrail’in prestijinin
sarsılmasına sebep oldu. Çünkü bu yenilgi, İsrail’in; iyi örgütlenmiş silahlı bir
örgütle, meskûn mahallerde yapılan bir mücadelede başarılı olamadığını ortaya
çıkarmıştı.
Türkiye bu
çatışmaların ardından ortaya çıkan fırsatı değerlendirerek yaptığı bazı
girişimlerle Ortadoğu’da saygınlığını artırdı. Böylece Türkiye, Filistin ve
Lübnan sorunlarında aktif politikasıyla bölgedeki en etkili aktörlerden biri haline
geldi. Bu kapsamda Türkiye başbakanı 16 Ağustos’ta Lübnan’a gitti. Bundan sonra
barışı korumak için oluşturulan UNIFIL’e askeri katkı yapıldı.[28]
Türkiye’nin Arap dünyasında saygınlığı artarken İsrail ile ilişkilerde ise gerilimin
ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı.[29]
Öte yandan Türkiye’nin uygulamaya çalıştığı Ortadoğu’da savaşın yayılmasını
önleme stratejisi, Suriye’de çok etkili oldu. Suriye, Batı tarafından tehdit
edildikçe Türkiye’ye yanaştı. Bunda diğer bir etken de bölgede ortaya çıkan
Kürt sorunu oldu. ABD’nin Irak’ta Kürtlerle işbirliğine gitmesi ve adeta
bağımsız bir Kürt devleti oluşturmaya çalışması Türkiye ve Suriye’yi
birbirlerine yaklaştırdı.
Bu yıl Kafkasya’da,
Türkiye’nin güvenliği açısından bazı önemli gelişmeler meydana geldi. Bunlardan
en önemlisi; Gürcistan’da hükümet tarafından, AB ve NATO’ya entegrasyon hedefi
ile ilgili olarak alınan kararları parlamentonun da onaylaması oldu.[30] Bunun yanında Mart ayında yapılan bir
anlaşmayla Rusya, Batum ve Ahılkelek’teki üslerini çekti.[31]
Bu Türkiye’nin, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri uygulamaya çalıştığı Rus
askeri tehdidini sınırlarından olabildiğince uzaklaştırma stratejisine hizmet
eden önemli bir gelişmeydi.
Türkiye çevresinde
barış ve istikrar oluşturmaya çalışırken içeride ise durum bunun tam tersi
yönde gelişiyordu. Bu yıl, Danıştay saldırısı ile başlayan bir seri gelişmeyle
iç siyasi ortam gerilmeye başladı. Bu durum 2007 yılında devam eden
gelişmelerle daha da kritik bir hale geldi. İlk olarak Hırant Dink cinayeti ile
ülkede gerginlik bir üst safhaya ulaştı. Ardından, Nisan-Mayıs aylarında geniş
katılımlı Cumhuriyet mitingleri başlayınca hükümet iç istikrarı ve kendi
iktidarını koruyabilmek için yoğun çaba sarf etmek zorunda kaldı. Bunun yanında
PKK da eylemlerini artırmaya başladığından Türkiye, terör ve laiklik temelinde
yoğun bir iç çatışmaya doğru sürüklendi. Aslında gerilimin artmasının esas
sebebi yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçiminde kimin aday gösterileceği hususu ile
ilgiliydi. Bu tartışmalara Genelkurmay Başkanlığı da müdahil olunca ortam iyice
gerildi. Yapılan birçok pazarlıklara rağmen gücün ve avantajın kendisinde
olduğunu değerlendiren AKP, 24 Nisan günü Abdullah Gül’ün adaylığını açıkladı.
Cumhurbaşkanlığı
seçimleri öncesinde, Cumhuriyet mitingleri, daha büyük kitleler halinde
yapılmaya başlandı. Başkanları emekli asker olan Atatürkçü Düşünce Dernekleri
bu yürüyüşleri organize eden ana unsur gibi görünüyordu. Bunlara İşçi Partisi ve
çok sayıda sivil toplum örgütü ile bazı gazetecilerin de katılmasıyla bu
yürüyüşler hükümeti oldukça güç duruma sokmaya başladı. Bu gergin durumu hatalı
değerlendiren Genelkurmay Başkanı’nın, 28 Nisan’da, internet üzerinden hükümeti
ikaz etmesi bu sefer ters tepti ve hükümet tarafından sert bir karşılık gördü. Temmuz
seçimlerinde AKP yine tek başına iktidar olup Abdullah Gül de cumhurbaşkanı
seçildi fakat AKP’ye karşı kapatma davası açılınca durum hükumet için yine
kritik bir hal aldı. Bu durum, davanın 30 Temmuz 2008’de sonuçlanmasına kadar sürdü.
2007 yılında, o
zaman kimsenin dikkatini çekmeyen fakat daha sonra Türkiye’de önemli gelişmelere
sebep olacak bazı gelişmelerin de ilk adımları atılmaya başlandı.
Cumhurbaşkanlığı krizi sonrasında AKP hükümeti, kendi iktidarı için en büyük
engel olarak gördüğü TSK ile hesaplaşmaya gireceğinin işaretlerini vermeye
başladı. Bu kapsamda Gülen Cemaati başta olmak üzere, eski solculardan
liberallere, tarikatlardan değişik etnik ve dini örgütlere kadar birçok çevre ile
yakın işbirliği içine girdi. Bu işbirliğinin bir uzantısı olarak, daha sonra Ergenekon,
Balyoz ve Casusluk gibi isimlerle açılacak olan davalarla Ordu’da yapılacak büyük
çaplı tasfiyenin ilk adımları atıldı. Bu kapsamda ilk girişim, sosyal medyada,
bazı subayların akrabalarının terör örgütleri ile irtibatlı olduğuna dair
listeler yayımlanması oldu.
TSK yönetim
kademeleri bu iddiaları inceleyip bunların akrabaları ile ilgili iddialarının bir
kısmının doğru olduğunu tespit edince, suçun bireyselliği ilkesini hiçe sayarak
bu subaylar hakkında işlem yaptı. Fakat bunu yapmakla mağlubiyetle sonuçlanacak
yeni bir savaşın yolunu da kendi elleriyle açmış oldu. Bu savaş; rejimle sorunu
olan ve bazı yabancı istihbarat örgütleri ile beraber hareket ettikleri
söylenen çevrelerin, bilgi terörizmi ve siber savaş yöntemleriyle TSK’ya
asimetrik saldırıları şeklinde gelişme gösterdi. Saldırganlar bu yayından istedikleri
sonucu aldıklarını görünce savaşa daha yoğun bir şekilde devam ettiler. Bu
sefer, aslında çok azı doğru, çoğu uydurma bilgilerle art arda iki liste daha
yayımladılar. Bu liste hakkında da işlem yapılınca saldırganlar artık
stratejilerinin başarılı olduğuna emin oldular. Böylece her gün internet
ortamında TSK mensupları hakkında onlarca yayın yapılmaya başlandı.
2008 yılının en
önemli sorunu 7 Ağustos’ta başlayan Gürcü-Rus çatışması oldu. [32],
Gürcistan hükümetinin, ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Bölgelerini
kontrol altına almak için yaptığı askeri harekâtı fırsat bilen Rusya, savaş
ilan etmeden baskın tarzında Gürcistan’a saldırdı. Türkiye, hızla güneye inen
Rus zırhlı birliklerini bir süre endişeyle takip etti. Çünkü Rus birliklerinin
Bakü-Ceyhan petrol boru hattının geçtiği bölgelere kadar ilerlemesi veya
Gürcistan’daki Türk askeri yardım personelinin saldırıya uğraması Türkiye’yi bu
çatışmalara taraf olmak durumuna sokabilirdi. Ruslar ilerlemelerini iki özerk
bölge sınırlarında durdurunca Türkiye herhangi bir tepkide bulunmadı. Rusya ile yaşanan savaştan sonra Gürcistan,
Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan ayrılarak AB ile ilişkilerini daha fazla
geliştirmeye başladı.[33]
Savaşın ardından yapılan
seçimlerle Dimitri Medvedev devlet başkanı olunca Rusya’nın Güney Kafkasya’ya
ilgisi azaldı ve gerilim de azalmaya başladı. Bu sırada Moskova, Azerbaycan’a yakınlaşarak
askeri teknoloji desteği vermeye başlayınca Erivan, Rusya ile devam eden
işbirliği yanında, Avrupa ile yakın bağlar kurarak seçeneklerini genişletmeye
karar verdi.[34] Bu
durum Türkiye’nin güvenlik endişelerini daha da azalttı.
2008 yılı içerideki
hesaplaşmaların da yoğunlaştığı bir yıl oldu. Danıştay saldırısının ardından
2006 ve 2007 yıllarında bazı emekli subay ve astsubaylar tutuklanıp
soruşturmaya tabi tutulmuş ancak olay büyük boyutlara ulaşmamıştı. Bu sırada
bazı basın organları, ‘’Sakız’’ ve ‘’Ayışığı’’ gibi sözde darbe planları
üzerinden başta bazı eski TSK mensupları olmak üzere Cumhuriyet mitinglerinin
arkasında oldukları düşünülen çevreler hakkında yoğun bir propaganda
faaliyetine başladı. 22 Ocak ve 21 Mart 2008 tarihlerinde, Ergenekon davası
kapsamında Türkiye’nin birçok şehrinde yapılan gece baskınlarıyla çok sayıda
asker, politikacı ve gazeteci tutuklanınca TSK tasfiye operasyonunda düğmeye
basılmış oldu.
Bu tutuklamalarla
birlikte hükümete bağlı basın ve yayın organları ile cemaat, tarikat ve liberal
geçinen bazı eski solcuların yönetiminde olup kim tarafından finanse edildiği
belli olmayan bazı basın organları hep bir ağızdan bu dava hakkında yoğun bir
propaganda faaliyetine başladılar. Şimdiye kadar devlet katında iç tehdit diye
anılan kim varsa hepsi bir araya gelmiş, iktidardaki gömlek değiştirmiş siyasal
İslamcılarla birlikte, başta Ordu olmak üzere tüm rejim taraftarlarına karşı
yoğun ve koordineli bir saldırıya geçtiler. Eskiden devleti koruduğunu
söyleyenler artık devleti ele geçiren eski tehdit unsurları tarafından en
önemli iç tehdit unsuru olarak görülüyor ve millete de bu yönde propaganda
yapılıyordu.
2008 yılı boyunca Ordu,
yoğun basın ve yayın faaliyetinin yanında sanal ortamda kurulan bazı sitelerden
yapılan bilgi terörü niteliğindeki yayınlarla da ağır bir psikolojik harbe
maruz kaldı. Bir müddet savunma kabilinden hareketlerde bulunulduysa da her hareketi
daha yoğun bir saldırıyı tetiklemekten başka bir işe yaramadı. Bu da, o zamana kadar
orduya ve mevcut rejime saldırmaya cesaret edemeyen bazı küçük grupların da
saldırganlar safına katılmasını sağladı. Artık Türkiye tamamen içe dönmüş, gazete
ve televizyonlar ile sanal ortamda ve mahkeme köşelerinde oynanan çok adaletsiz
bir iç savaşa endekslenmişti. 2009 yılında da; TSK’ya kurulan bu kumpas,
karşısındaki en büyük engeli etkisizleştirerek istediği gibi hareket
edebileceğini hesaplayan hükumetin de desteğiyle uygulanmaya devam edildi.
Hükumet, bu
mücadelede daha güçlü olmak ve dış destek sağlamak maksadıyla iç ve dış
sorunları azaltma yönünde faaliyetlere başladı. Kafkaslarda zaten durum sükûnet
bulmaya başlamıştı. Hükümet batıya dönerek Balkanlarda ve Doğu Akdeniz’de de
daha çatışmasız bir ortam yaratmaya çalıştı. Bu kapsamda Ekim 2009’da Başbakan,
Yunan Başbakanı Papandreou’ya bir mektup göndererek sorunlar üzerinde beraber
çalışmayı önerdi. Yunan tarafından olumlu yanıt alınmasıyla diyalog süreci hız
kazandı.[35]
TSK’nın pasifize
olmasıyla birlikte hükümet, Ortadoğu politikalarında daha cüretkâr davranmaya
başladı. Türkiye’nin kırmızı çizgileri diye tabir edilen en önemli hususlardan
biri olan Irak kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmasına engel olma politikasından
vazgeçerek buradaki Kürt gruplarla yakınlaştı. Türkmenler devre dışı
bırakılarak başta Sünni Araplar olmak üzere diğer unsurlarla işbirliğine
gidildi. Türkiye tarihinde ilk defa, devletin laik yapısına aykırı olarak
Ortadoğu ve İslam dünyasına mezhep temelinde yaklaşan politikalar uygulanmaya
başlandı.
Bunun yanında iç
güvenlik stratejilerinde de çok önemli değişikliklere gidildi. Hükümetin iç
güvenlik stratejilerinde yaptığı en büyük değişiklik; PKK terör örgütü ile
müzakere sürecinin başlatılması oldu. Başbakan’ın, daha 2005 yılında,
Diyarbakır’da açıkladığı ancak uygulamaya cesaret edemediği, mücadele yerine
müzakere etmeyi esas alan Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi 2009'da başlatıldı.
Bu kapsamda, Kürtçe televizyon yayınlarının başlatılması gibi açılımların
yanında PKK ile gizli görüşmeler yapılmaya başlandı.
Öte yandan Stratejik
Derinlik ve komşularla sıfır sorun politikaları gereği Türkiye, ağırlıklı
olarak komşularıyla ilişkilerini geliştirmeye devam etti. Bu kapsamda, Rusya
ile yakın ilişkiler kurulmaya, İran ve Suriye’yle ise mevcut iyi ilişkiler daha
da güçlendirilmeye çalışıldı. Buna karşılık İsrail ile ilişkilerde anlaşmazlıklar
yaşanmaya başlandı. İsrail’in Filistin’deki insan haklarına aykırı uygulamaları
artınca ilişkiler daha da bozuldu. Bu durum, 2009 yılındaki Davos
toplantılarında tam bir krize dönüştü. Krizin ardından, İsrail ile yapılan
Anadolu Kartalı tatbikatı iptal edildi. Bu durum zaman geçtikçe daha da müzmin
bir hale geldi. 2010 yılında, İsrail Dışişleri Bakanı’nda yaşanan alçak masa
krizinden sonra ilişkiler iyice gerildi. 31 Mayıs 2010’da meydana gelen Mavi
Marmara olayı ile de ilişkiler kopma noktasına geldi. [36]
2010 yılı, içeride Ordu’ya
karşı saldırıların daha da arttığı bir yıl oldu. 20 Ocak 2010 tarihinde mali
kaynakları şaibeli bir gazetede ‘’balyoz darbe planı’’ adıyla sözde bir darbe
hazırlığının planlarını yayınlandı. Bu yayınla, Kara Harp Akademisi’nde öğrenci
olduğum 2003 yılında bizzat gördüğüm ve tamamen yasal olan İstanbul Emniyet ve
Asayiş Planı, içeriği değiştirilerek bir darbe planı olarak kamuoyuna
sunuluyordu. Bu yayının ardından yine gece yarıları yapılan ev baskınlarıyla
çok sayıda askeri personel tutuklandı. Yine yoğun bir kampanya ile birçok
general, subay, astsubay ve hatta sivil memur televizyon ekranlarından
yargılanarak mahkûm edildi.
Tam bu dönemde Tunus’ta
başlayan ve kısa sürede başarılı olan halk hareketleri dünyada önemli yeni gelişmelerin
olacağının işaretlerini veriyordu. Tunus’ta başlayan olaylar kısa sürede Mısır,
Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen, Moritanya, Suudi Arabistan,
Umman, Irak, Lübnan ve Fas'a yayıldı. Tüm Arap dünyasında baş gösteren bu mitingler,
protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmalar ‘’Arap Baharı’’ diye
adlandırıldı. Bu hareketlere genellikle Müslüman Kardeşler ideolojisine yakın İslamcı
örgütler öncülük ettiğinden kendisini de bu kategoride gören Türk hükümeti, bu
hareketleri başlangıçtan itibaren destekledi. Mısır’da eylemleri bastıramayan Mübarek
kısa süre sonra istifa edip yerine Müslüman Kardeşler’in adayı seçilince
Mısır’daki gelişmeler Libya’yı da etkiledi. Kaddafi, silahla direnince ülkede
kanlı bir iç savaş başladı. Bunun üzerine Fransa’nın başlattığı hava
saldırılarına NATO da katıldı ve Ekim 2011’de Kaddafi ölünce yönetim
muhaliflere geçti.
Çatışmalar 15 Mart
2011 tarihinden itibaren Suriye’ye sıçrayınca, bu durum Türkiye’yi daha
yakından etkilemeye başladı. Türkiye başlangıçta Esat yönetimiyle diyalog
halinde kaldı ve demokratikleşme yönünde taviz vermeye ikna etmeye çalıştı.
Fakat bunda başarılı olamayınca Esat rejimi ile ipleri kopararak muhaliflere
destek vermeye başladı.
Bu durum PKK Terör
Örgütü’nü de harekete geçirdi. PKK, 2011 yılında, Abdullah Öcalan’ın hapishane
şartlarını bahane ederek eylemlerini artırdı. Hükümet buna rağmen daha önce
gizlice yapılan müzakerelere devam etti. Paris’te üç PKK’lının öldürülmesi ve
hükümetin PKK ile yaptığı görüşmelerin basına sızdırılması gibi olaylar çözüm
sürecini aksatmasına rağmen başbakan, 28 Aralık 2012'de, Öcalan ile görüşmeler
yapıldığını resmen duyurdu.
2012 yılında,
Türkiye’nin çevresinde irili ufaklı birçok kriz ortaya çıkmasına rağmen en
önemli sorun Suriye sorunu oldu ve bu sorun Türkiye’nin güvenliğine birinci
derecede tehdit oluşturacak bazı gelişmeleri de beraberinde getirdi. Bu
kapsamda ilk kriz 22 Haziran 2012 tarihinde askeri bir eğitim uçağımız Suriye
tarafından düşürülünce yaşandı. Ardından Suriye rejimi güçlerinin attığı top
mermileri, 3 Ekim 2012 tarihinde Akçakale’de beş kişinin ölmesine ve pek
çoğunun da yaralanmasına neden oldu. Suriye’de ortaya çıkan yeni terör
örgütlerinin ülkemizde eylem yapmaya başlaması ise bir dış sorun olarak
başlayan Suriye krizini kısa sürede aynı zamanda bir iç güvenlik sorunu haline
getirmeye başladı.
Bu gelişmeler
üzerine Türkiye, 21 Kasım 2012 tarihinde NATO’dan, Suriye’den kaynaklanabilecek
balistik füze tehditlerine karşı hava savunmasının Patriot bataryalarıyla
takviyesi talep etti. NATO, 4 Aralık 2012 tarihinde, Patriot savunma
sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi kararını aldı. Bu çerçevede, Almanya, Hollanda
ve ABD’ye ait ikişer batarya Suriye sınırına yakın bölgelerde uygun yerlere
yerleştirildi.[37]
2012 yılında da,
içeride Türk Ordusu’na karşı yapılan asimetrik saldırılar artarak devam etti.
2011 yılında başlayan İstanbul Casusluk davası kapsamında çok sayıda ordu
mensubunun tutuklanmasının ardından 2012 yılında bu sefer içine bazı iş
adamları ile çok sayıda içişleri ve dışişleri bürokratının da dâhil edildiği
İzmir Casusluk davası başladı. Fakat artık ordu karşıtı ittifakta da bazı
sorunlar ortaya çıkmaya başlıyordu. Hükümet, Gülen Cemaati’nin, devletin tüm
kademelerinde kritik mevkileri ele geçirdiğini, böylece perde arkasından ülkeyi
idare ettiğini fark etmeye ve bunakarşı bazı önlemler almaya başladı. İzmir
casusluk davasında hükümete yakın sivil bürokratların da mahkemeye verilmesinden
dolayı hükümet, kendi adamlarının da tasfiye edilmeye çalışıldığını görünce
cemaate karşı doğrudan eleştirilerde bulunmaya başladı.
Fakat ordu karşıtı
cephede esas kırılma 2013 yılında ortaya çıktı. Bu yıl Gezi Parkı’nda yapılan
hükümet aleyhtarı protesto gösterilerinde cemaatin protestocuları savunur
tarzdaki açıklamaları bardağı taşıran son damla oldu. Bu protestoların
Mayıs-Haziran aylarından sonra, alınan sert tedbirlerle etkisiz hale getirilmesinin
ardından Hükümet, Gülen cemaatine karşı bazı önemli tedbirleri yürürlüğe soktu.
Öncelikle cemaatle ilişkisi olan iş adamları baskı altına alınarak sindirilmeye
çalışıldı. Daha sonra da, cemaatin stratejik ağırlık merkezi olarak
değerlendirilen dershanelerin kapatılması gündeme getirildi. Bu olaydan sonra Cemaat-Hükümet
ilişkilerinde köklü bir kopma ve çatışma ortaya çıktı. Dört bakanın yolsuzlukla
ilgili görüntü ve ses kayıtlarının ardından 17 ve 25 Aralık günlerinde cemaat
tarafından Başbakan’a ait ses kayıtlarının yayınlanması ile bu çatışma adeta
savaşa dönüştü.
2014 yılı; ağırlıklı
olarak cemaatle mücadele, PKK açılımı ve Suriye olayları ile geçti. Haziran
2015 seçimlerinde, Doğu’da PKK’nın baskısıyla oyların çoğu HDP’ye gidince büyük
bir oy kaybeden AKP tek başına iktidar olamadı. Hükümet, kaybedilen oyları geri
almak için açılım stratejisini rafa kaldırdı ve PKK’ya karşı yoğun
operasyonlara başladı. Fakat orduya kumpas süreci ordunun savaşma kapasitesini
olumsuz etkilediğinden askeri birlikler operasyonlara eskisi kadar gönüllü
katılmıyor ayrıca açılım sürecinde PKK’nın tüm stratejik mevkileri derin yer
altı sığınakları da dahil çok sayıda mevzi ve silah sistemi ile tahkim ettiği
için operasyonlarda çok fazla zayiat veriliyordu. Seçim öncesinde bu
zayiatların olumsuz etkisini göz önüne alan hükümet, sadece Özel Kuvvetler ve
Hava Kuvvetleri’ni kullanarak, İHA ve diğer gelişmiş teçhizatla tespit edilen
hedeflere taarruz esasına dayanan bir stratejiyi uygulamaya koydu.
İçeride çatışmalar
artarken; ABD’nin bazı yerel unsurlarla işbirliği içinde İŞİD’e karşı hava
harekâtına başlamasının ardından Suriye’de de çok önemli gelişmeler ortaya
çıkmaya başladı. Türkiye, ABD ile hava operasyonlarına katılınca bu İŞİD’in
Türkiye’yi tehdit etmeye başlamasına sebep oldu. Sınır illerinde yapılan
saldırıların ardından 1 Kasım seçimleri öncesinde Ankara’da yapılan intihar
saldırısı ile çok sayıda insan öldü veya yaralandı. İŞİD Fransa’da da benzer
bir eylem yapınca başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın da Suriye operasyonuna
ilgisi arttı.
ABD ve Batı
ülkeleri İŞİD terörünü bitirmek adı altında operasyonlarını yoğunlaştırınca,
Doğu Akdeniz’deki tek deniz üssünü kaybetmek istemeyen Rusya, 30 Eylül 2015’ten
itibaren Esat rejimini doğrudan desteklemeye başladı. Rus hava kuvvetleri ile
desteklenen Esat güçleri Türkiye’nin tampon bölge ilan edilmesini istediği ve
Türkmenlerin kontrolünde olan bölgeye karşı şiddetli saldırılara başladı. Bu
durum Türkiye’de tepkiyle karşılandı ve bombardımanlar sırasında sınır ihlali
yapan uçaklar sebebiyle Rusya uyarıldı.
Rusya bu ikazları ciddiye
almayınca 24 Kasım’da sınırı ihlal eden bir Rus uçağı düşürüldü. Olayın
ardından Rusya sert açıklamalar yaparken, Türkiye, hemen NATO mekanizmasını
harekete geçirdi. NATO ve ABD Türkiye’ye destek verince Rusya’nın tepkileri
daha kontrollü hale gelmeye başladı.
Makalenin kalan kısmını oluşturan bölümleri okumak için:
1. Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Uyguladığı Güvenlik Stratejisi (1. Bölüm: Özet, Giriş, Tanımlar.)
[1] Alon Ben Meir,
11 Eylül: Sonuşları ve Yeni Düzen, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat
Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s. 9.
[2] Ben Meir,
a.g.m., s.10.
[3] Detaylı bilgi
için bkz. Cemilli, a.g.e., s.29-30.
[4] Detaylı bilgi
için Bkz. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 72. Baskı, Küre
Yayınları, İstanbul, 2011.
[5] Ahmet Davutoğlu,
Teoriden Pratiğe Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar, Küre Yayınları,
İstanbul, 2013, s. 12.
[6] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 15.
[7] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 44-48.
[8] Sedat Laçiner,
11 Eylül Sonrası Türkiye’nin Ortadoğu’yla Değişen İlişkileri, 11 Eylül Sonrası
Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları,
Ankara, 2011, s.41.
[9] Laçiner, a.g.m.
s.46.
[10] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 50.
[11] Arzu Celalifer
Ekinci, 11 Eylül Sonrasındaki Gelişmeler Işığında İran-Türkiye İlişkilerinin
Değerlendirilmesi, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu
Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.121.
[12] Ben Meir,
a.g.m., s.11.
[13] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 18.
[14] Ben Meir,
a.g.m., s.37.
[15] Laçiner, a.g.m.
s.48.
[16] Özdağ, a.g.m.,
s. 208.
[17] Johny Melikyan 3
September 2014 https://www.opendemocracy.net/od-russia/johnny-melikyan/georgia-looks-west-armenia-east-EU-CU-NATO, Son Erişim
Tarihi: 7.11.2015.
[18] Davutoğlu, a.g.e.,
Teoriden Pratiğe…, s. 19.
[19] Aydın, a.g.m.,
s. 23.
[20]
http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-terorizmle-mucadele-konusundaki-tutumu-.tr.mfa,
Son Erişim
Tarihi: 11.10.2015
[21] http://www.mfa.gov.tr/ii_-nato-ve-turkiye_nin-guncel-nato-konularina-iliskin-gorusleri.tr.mfa,
Son
Erişim Tarihi: 9.11.2015.
[22] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 121-125.
[23] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 16.
[24] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 21.
[25] Türk, a.g.m.,
s.201-211-214.
[26] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 27-30.
[27] Türk, a.g.m.,
s.219-222.
[28] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 32.
[29] Serhat Erkmen,
Türkiye-İsrail İlişkileri: Stratejik İşbirliğinden Sorunlu veya Zorunlu
İlişkiye, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer
Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.107.
[30] Melikyan a.g.m.
[31] Joshua
Kucera,The Bug Pit Armenia Azerbaijan Georgia April 19, 2011, Russia, http://www.eurasianet.org/
node/63331, Son Erişim Tarihi: 7.11.2015.
[32] Davutoğlu,
a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 29-38.
[33] Melikyan a.g.m.
[34] Kevork Oskanian,
Georgia and Azerbaijan: Between Russia and the West, http://fpc.org.uk/articles/607, Son Erişim
Tarihi: 7.11.2015.
[35] http://www.mfa.gov.tr/ege-sorunu-ile-ilgili-son-gelismeler.tr.mfa, Son Erişim Tarihi: 7.11.2015.
[36] Erkmen, a.g.m,
s.107-109.
[37] http://www.mfa.gov.tr/ii_-nato-ve-turkiye_nin-guncel-nato-konularina-iliskin-gorusleri.tr.mfa, Son Erişim
Tarihi: 7.11.2015.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder