20 Aralık 2015 Pazar

Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Uyguladığı Güvenlik Stratejisi-8: 2001 yılından günümüze kadar uygulanan güvenlik stratejileri.

2001 Yılından günümüze kadar olan dönemde uygulanan güvenlik stratejisi(AKP Hükümeti Dönemi stratejileri):
2001 yılına gelindiğinde, Türkiye’nin çevresinde ortaya çıkan çatışma ve tehditler kısmen de olsa azalmıştı. Balkanlardaki ve Kafkasya’daki çatışmalar durmuş, buralardaki güvenlik ortamı daha stabil bir hale gelmişti. Ortadoğu’da da, bazı sorunlar devem etmekle birlikte Türkiye’yi içine çekme riski olan çatışmalarda bir durağanlık ortaya çıkmıştı. Ortadoğu’da Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren belki de tek sorun Kuzey Irak’ta uçuşa yasak bölge uygulaması sonucu bölgesel Kürt gruplarının bağımsız bir devlete doğru evirilen gelişmeleriydi.
Abdullah ÖCALAN’ın yakalanmasının ardından PKK’nın silahlı güçlerini ülke dışına çekmesiyle iç çatışmalarda da önemli bir azalma yaşanmış ve Türkiye uzun yılların ardından rahat bir nefes almaya başlamıştı. Ancak tüm bu olumlu gelişmelere karşın iç istikrar giderek bozuluyordu. Ülkede ekonomik krizin yarattığı çöküş halkta bıkkınlık yaratmış ve dini radikal gruplar yükselişe geçmişti. İşte tam da böyle kaotik bir ortam devam ederken 11 Eylül 2001 tarihinde, El Kaide Terör Örgütü, sivil uçaklarla ABD’deki bazı hedeflere saldırdı.
11 Eylül 2001 tarihinde, El Kaide terör örgütünün, ABD’deki eylemleri tüm dünyada çok büyük bir travma yarattı. Bu olay Soğuk Savaş sonrası yaşanan ve tek kutuplu düzen diye lanse edilen gelişmelerde büyük bir kırılma yaşanmasına sebep oldu. Bu saldırılardan sonra güvenlik kavramı da tamamen değişti. Nükleer Savaş ve Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla ABD’nin tartışmasız üstünlüğünün kabul edildiği konvansiyonel harp alanındaki mücadele kavramlarına şimdi ‘’asimetrik harp’’ diye yeni bir savaş kavramı ekleniyordu.
‘’Gücüyle mütenasip olmayan etkiler yaratan harp’’ anlamına gelen bu kavram, en küçük askeri birimlerden Harp Akademilerine kadar her yerde konuşulan ve tartışılan tek konu oldu. Daha önceleri, ‘’genelde zayıfın güçlüye karşı uyguladığı bir harp şekli’’ olarak kabul edilen bu kavram Gayri Nizami Harp ile eş anlamlı olarak kullanılırken artık ‘’Fatih Sultan Mehmet’in, gemileri bir gece karadan yürüterek Haliç’e indirmesi’’ gibi silahları veya silah sistemlerini alışılmış metotların dışında kullanılmasına kadar geniş anlamlarda yorumlanmaya başlandı. Bu sebeple asimetrik harp, zayıfın güçlüye karşı bir silahı olmanın yanında güçlü devletler tarafından da, daha düşük maliyetle zafer kazanmanın bir vasıtası olarak görülmeye başlandı.
Bu saldırı, savaş kavramını değiştirmesinin yanında başka önemli gelişmeleri de beraberinde getirdi. Bir defa bu olay; ABD’nin tek süper güç olarak dokunulmazlık imajına büyük bir darbe vurdu. Ayrıca bu, iç savaştan beri topraklarında herhangi bir savaş görmeyen, bu sebeple de kendilerini her türlü saldırılardan muaf bir konumda gören ABD yönetiminin ve kamuoyunun kendine güvenine indirilen ağır bir darbeydi. Bu saldırılar ABD’nin yenilmez bir düşman olmadığını ortaya çıkardığından artık her önüne gelen örgüt ABD’ye saldırabilirdi.
Gerçi daha önce de dünyanın değişik bölgelerindeki ABD üs ve askeri birliklerine birçok terör eylemi yapılmıştı, ancak bu onlardan tamamen farklıydı. Bir defa hedef çok iyi seçilmiş, ABD’nin gücünü temsil eden; Beyaz Saray gibi bir idari ve siyasi yönetim merkezi, Pentagon gibi askeri yönetim merkezi ve Dünya Ticaret Merkezi gibi ekonomik merkez aynı anda vurulmaya çalışılmıştı. Bu yapılırken uygulanan teknik ise daha korkutucuydu. Bu saldırılar, tek bir silah kullanılmadan, ABD’nin kendi sivil yolcu uçaklarıyla ve o ülkeye yolcu uçağıyla gelmiş teröristlerce yapılmıştı. Böylece, çok düşük bir insan kaybı ve ekonomik maliyetle ABD gibi dünyanın tek süper gücü olan bir devlete çok ağır bir darbe indirilmişti.
Bunun etkisi o kadar büyük olmuştu ki ABD başkanı bir süre ortaya çıkıp açıklama yapamadı. Doğal olarak bu aşağılanma, ABD’yi çok saldırgan bir tutuma sürükledi. Bu durumun diğer bir sonucu da, daha önce ortaya atılan ‘’medeniyetler çatışması’’ teorilerini yeniden gündeme taşıması oldu. Hatta ‘’11 Eylül’ün, dini inançları ideolojik farklılıklarla ikame ederek Doğu ve Batı arasındaki uçurumu öne çıkarması dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından da daha büyük anlam taşıdığını’’ iddia edenler oldu. [1] Saldırının ardından ABD, tek taraflılık ve şiddete dayanan güç kullanımı doktrinine döndü. Önce Afrika’da bazı El Kaide merkezlerini bombaladı ve Taliban yönetiminin El Kaide’ye yapılması planlanan operasyonlara destek vermeyi kabul etmemesi üzerine 2001 yılında Afganistan’a müdahalede bulundu.[2]  
Bu olaylardan sonra, ABD’nin Kafkasya ve Ortadoğu politikaları da daha agresif hale geldi. Bu kapsamda Türkiye de, ABD’nin desteğiyle Kafkasya’da etkinliğini artırmaya başladı ve Gürcistan’da bir askeri üs kurdu. Böylece Türkiye, Kafkasya’da 90’lardaki çekingen tavırlarını bırakarak daha etkin bir politika izlemeye başladı.[3] Oluşan uygun şartları değerlendiren Gürcistan, Türkiye’nin ardından ABD askerlerine de topraklarını açınca, bu durum Rusya’nın sert tepkisine sebep oldu ve böyleye Kafkasya’da güç mücadelesi yeniden hız kazandı.
Bu gelişmeler olurken Türkiye ağır ekonomik sorunlarla boğuşmaktaydı. Yıllar süren terörle mücadele sebebiyle zaten kötü durumda olan ekonomi, yaşanan büyük doğal afetlerin de etkisiyle tamamen çıkmaza girdi. Cumhurbaşkanı ve Başbakan arasında MGK toplantısında meydana gelen tartışmadan sonra bu durum büyük bir ekonomik ve siyasi krize dönüştü. 3 Kasım 2002’de yapılan seçimlerde AKP, oyların %34,28’ini alarak tek başına iktidar oldu.
Bundan sonra, Türkiye’nin iç ve dış güvenlik politikasının, 11 Eylül olayları öncesinde yeni bir teori ortaya koymak iddiasıyla ‘’Stratejik Derinlik’’[4] isminde bir kitap yayımlayan ve başbakanlık baş danışmanlığına getirilen Ahmet Davutoğlu’nun genel görüşleri çerçevesinde şekillendiği söylenebilir.[5] Davutoğlu’nun stratejik öngörüsündeki temel tezi ‘’Türkiye’nin köprü değil, merkez ülke olduğu’’ şeklindeydi.[6] Davutoğlu’nun danışmanlığa getirildiği dönemde; Filistin’de ciddi gelişmeler ortaya çıkmaya başlamış, ABD tarafından; Irak, İran ve Kuzey Kore şer ekseni ilan edilmiş ve Irak’a yönelik bir askeri operasyon yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştı.
ABD’nin, ‘’Küresel Savaş’’ ve ‘’Teröre Karşı Savaş’’ söylemleri ve Afganistan’a yapılan operasyon dünyadan genel bir destek görmüştü. Fakat Bush’un Irak, İran ve Kuzey Kore’yi hedef göstermesiyle birlikte ABD ve AB arasında, anlaşmazlık baş gösterdi. Bunun sonucunda, ABD, AB’deki müttefiklerinden tam bir destek alamadı.[7] AB ülkeleri, Ortadoğu’daki genel dengenin bozulacağı, Ortadoğu’da güç dengesinin ABD ve İsrail lehine bozulacağı ve bunun sonucunda Avrupa’nın olumsuz etkileneceği endişesiyle Irak’a yönelik bir operasyona karşı çıkıyordu. Bu dönemde ABD için 1980 ve 90’lardaki gibi aynı anda hem Irak’ı, hem de İran’ı çerçeveleme politikası da geçerliliğini yitirmeye başlamıştı.
ABD’nin Irak savaşı öncesindeki zorlayıcı tavrı, Türkiye, Suudi Arabistan ve Mısır gibi bölge ülkelerini de korkuttu.[8] Bu sebeple Türkiye, bir yandan Almanya ve Fransa gibi devletlerin muhalefetine destek verirken diğer yandan da ABD’yi kızdıracak hareketlerden kaçınmaya çalıştı.[9] Türkiye, Kuzey Irak’taki gelişmelerden ve Irak’a askeri bir müdahalenin Irak’ın bölünmesine sebep olacağından da endişeliydi.[10] Bu sırada faaliyetlerini artıran PKK’nın İran uzantısı PJAK’ın da etkisiyle 2002 yılından itibaren İran ve Türkiye yakınlaşmaya başladı.[11]
16 Kasım 2002 yılında böyle bir ortamda iktidara gelen AKP hükümeti Türkiye’nin yanı başında ortaya çıkan Irak krizi sebebiyle bu yılı devlete ve sorunlarına adapte olmakla geçirdi. Bu arada, ön alma stratejisi ve çıkarlarının tehdit edildiği her yerde saldırmayı Amerika’nın egemenlik hakkı sayan ‘’Bush Doktrini’’ gereğince ABD Irak’a girdi. Fakat harekât öncesinde ‘’Ya bizimlesiniz, ya da bize karşı.’’ söylemiyle hareket eden ABD birçok devleti kendinden uzaklaştırdığından nerdeyse tek başına hareket ediyordu.[12]
Davutoğlu’nun ifadesiyle yeni hükümetin politikaları açısından 2003 yılı da; intibak, kriz yönetimi ve telafi yılı olarak kabul edilmişti. Yeni hükümet devlet kurumlarına intibak etmeye çalışırken Türkiye; Irak, Kıbrıs ve AB müzakere sürecinde de kriz yönetimi uygulamaya çalışıyordu.[13] Türkiye, 2003 yılında Amerikan birliklerinin ülkesinden geçmesini reddedince[14]  2003-2007 yılları arası, Türkiye-ABD ilişkilerinde cezalandırma dönemi oldu. Bu sebeple ABD, PKK terör örgütünü görmezden gelirken Kuzey Irak’ın örgüt için güvenli bölge olmasını sağlayacak şekilde davrandı.[15] Hükümet; ABD ve AB ile ilişkileri yeniden geliştirmek ayrıca TSK ile mücadelesinde onların desteğini almak maksadıyla Kıbrıs ve Ermenistan konularında tavizler vermeye başladı. Fakat öte yandan da, 1997 yılında başlayan, Türkiye’nin Batı’dan bağımsız hareket etme süreci Rusya ve İran özelinde devam ettirildi.[16]
Bu sırada eski Sovyet cumhuriyetlerinde, ABD ve Batı tarafından desteklenen renkli devrimler yeni bir istikrarsızlık döneminin ilk işaretlerini vermeye başlamıştı. Bu kapsamda Kasım 2003’te Gürcistan’daki Gül Devrimi’nin ardından, Shevardadze hükümetinin devrilmesiyle Mikhail Saakashvili iktidara geldi. Bu durum Kafkasya’da yeni sorunların da başlangıcı oldu.[17] Çünkü Saakashvili, iktidara gelir gelmez Gürcistan’ın dış politikasını tamamen batıya endeksledi. Bu da Kafkasya’da, Rusya’nın yarattığı yeni gerilimleri ortaya çıkarmaya başladı.
Irak’ta da Türkiye’yi doğrudan etkileyecek gelişmeler oluyordu. ABD, Irak’ın işgaliyle Türkiye’nin komşusu olunca, Türkiye ve ABD arasında bazı çıkar çatışmaları ve çuval olayı gibi krizler yaşanmaya başladı.[18] 2003’ten itibaren; Irakla bağlantılı sorunlar, PKK, Kuzey Irak’ta ortaya çıkan Kürt yerel yönetimi ve bundan dolayı Türk-Amerikan ilişkilerinin gerginleşmesi Türkiye’nin Karadeniz politikalarını da etkiledi. Böylece 2005-2007 yılları arasında Türkiye, Karadeniz’de ABD ile rekabet içine girdi. Ayrıca ABD, Kafkasya’ya doğrudan girince Türkiye, Rusya’nın yanında ABD ile de etkinlik mücadelesine girmek zorunda kaldı.[19]
2003 yılında İstanbul’da meydana gelen terörist eylemler dâhil, dünyanın dört bir tarafında gerçekleştirilen saldırılar, terörizmin ulaşabileceği boyutları gözler önüne serince terörizmle mücadelede uluslararası işbirliğinin önemini bir kez daha gündemin ön sıralarına getirdi.[20] Bu durum Türkiye ile ABD ve AB arasında yakınlaşmaya sebep oldu. Öte yandan NATO’nun doğu ve kuzeye doğru genişlemeye başlaması Rusya’yı Balkanlardan ve Orta Avrupa’dan uzaklaştıracak adımlar olarak Rusya’nın tepkisini çekmeye başladı. Türkiye, Rusya ile arasında tampon vazifesi gören eski Varşova Paktı ülkelerinin NATO şemsiyesi altına girerek savunma açısından güçlenmelerini ve Karadeniz’de Rusya’ya karşı savunmasını güçlendirmeyi hedeflediğinden Bulgaristan, Romanya, Slovenya, Slovakya, Estonya, Litvanya ve Letonya’nın 2004’te, NATO’ya katılmasını destekledi.[21]
2003 yılının büyük krizlerinin etkisini kaybetmeye başlamasıyla öz güvenini kazanmaya başlayan Türkiye artık büyük hedeflere ulaşmayı öngördüğünün işaretlerini vermeye başladı. Bu kapsamda 2004 yılından itibaren, Türkiye’nin bölgesel güç değil, küresel güç olduğu dile getirilmeye başlandı. Bu güven duygusuyla Türkiye, eski güvenlik politikalarını bir yana bırakarak başta Kıbrıs olmak üzere birçok alanda yeni açılımlar yapmaya başladı.[22]
2004 yılında, Türkiye’nin dış politikasını etkin kılacak biçimde güç temerküz ettirmesi konuşulmaya başlanmış ve bunun için bazı temel referanslar kabul edilmişti. Bunlar; Özgürlük-güvenlik dengesi, komşu ülkelerle sıfır sorun ve komşu havzalarda etkinlik, çok boyutlu ve çok kulvarlı dış politika, yeni bir diplomatik üslup, ritmik diplomasi ve yeni havzalara açılımdı.[23]
2004 yılının ilk dört ayında Türkiye öncelikle Kıbrıs müzakerelerine yoğunlaştı. GKRY’nin AB’ye üyeliğinin 1 Mayıs 2004’te oylanacak olması da bunda etkili olmuştu. Öte yandan Türkiye, komşu ülkelerle de ilişkilerini geliştirmeye yöneldi. Bu kapsamda başbakan, 2004 yılının ikinci dört ayında; Ukrayna, Yunanistan, Ürdün, Bulgaristan, İran, Gürcistan, Suriye’yi ve Rusya devlet başkanı başta olmak üzere birçok yabancı devlet adamını da Türkiye’yi ziyaret etti.[24]
Bu yıl Ortadoğu’da ortaya çıkan yeni bir sorun bölgenin yeniden istikrarsızlaşmaya başladığının işaretini vermeye başladı. Bu sorun Lübnan’da cumhurbaşkanı seçimlerinin yaklaşması ile birlikte kendini gösterdi. Lübnan’ı askeri birlikleri ile fiilen kontrol eden Suriye, anayasayı değiştirerek eski başkanın yeniden seçilmesini sağlamaya çalışınca, Lübnan’daki gruplardan ve uluslararası kamuoyundan ciddi tepkiler ortaya çıktı. 14 Şubat 2005’te, başbakan Refik Hariri bir suikasta kurban gidince durum daha da gerginleşti. Artan baskılar sonucunda Suriye, 27 Nisan 2005’te Lübnan’daki askerlerini çekmek zorunda kaldı.[25] Ortadoğu’da mevzi kaybetmeye başlayan Suriye bu durumu tolere edebilmek için Türkiye’ye yanaşmaya başladı.
2005 Yılında, Ortadoğu’da yaşanan diğer önemli bir gelişme de Irak’ta tırmanan mezhep çatışmaları oldu. Türkiye, Irak’taki Sünni ve Şii gruplarla kalıcı ilişkiler geliştirmeye çalıştı ve Sünni grupları seçimlere katılmaya ikna etti. Bu yıl, PKK’nın yeniden eylemlerini artırmaya başlamasıyla Irak’ta yaşanabilecek istikrarsızlığın, Türkiye’yi doğrudan etkileyeceği ortaya çıktı. Bu sebeple Türk hükümeti, geliştirmeye çalıştığı komşularla sıfır çözüm politikası kapsamında çevresindeki istikrarsızlıkların ve çatışmaların önlenmesi için daha aktif bir politika izlemeye başladı. Balkanlar, Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya’ya dönük yeni yaklaşım ile bir taraftan krizlerin çözümüne katkıda bulunmayı amaçlayan aktif tavır benimsenirken, diğer yandan da bölgesel barış, istikrar ve refahı sağlayacak yeni bir bölgesel vizyon ortaya konulmaya çalışıldı.
2006 yılında Ortadoğu’da yeni krizler ortaya çıktı. Bunlar Flistin’de HAMAS’ın seçimi kazanması sonrasında bu sonucun Batı tarafından tanınmaması, İsrail-Lübnan Savaşı, Irak’ta hızını artıran mezhep çatışması ve İran’ın nükleer programı ile ilgili olarak tansiyonun yükselmesiydi. Krizlerin çözümünde daha aktif bir rol almaya çalışan Türkiye, Filistin krizi, Lübnan Savaşı ve İran nükleer krizine arabulucu olarak müdahil oldu.
Bu kapsamda yapılan en önemli gelişmelerden biri Türkiye’nin, Batı tarafından terör örgütü olarak tanımlanan HAMAS’ın meşru bir aktör olduğunu savunmaya başlaması ve bu örgütün lideri Halit Meşal’in Ankara’ya yaptığı ziyaret oldu.[26] Türkiye ileride yaşanacak Arap Baharı’na nasıl yaklaşacağının işaretlerini de bu ziyaretle verdi. AKP hükümeti, Ortadoğu’da kendi siyasi düşüncelerine paralel ideolojilere sahip partilerin yükselişe geçmesini başlangıçtan itibaren destekledi. Bu tavrı ve sıradan insana hitap eden popülist söylemleriyle Arap ülkelerinde büyük bir sempati kazanan hükümet,  Ortadoğu’nun en önemli sorunlarına müdahil olmaya başladı.
Türkiye, Sünni HAMAS ile yakınlaşırken bazı gelişmeler Hizbullah gibi Şii örgütlerle de ilişkilerin geliştirilmesinde etkili oldu. 12 Temmuz 2006’da, Hizbullah’ın üç İsrail askerini öldürüp birini de kaçırmasının ertesi günü İsrail, Lübnan’a yönelik kapsamlı bir operasyon başlattı ancak Hizbullah’ın etkin savunması karşısında bir sonuç alamadı. 14 Ağustos 2006 tarihli BMGK kararıyla da savaş sona erdirildi.[27] Bu durum, o tarihe kadar Arap ülkeleriyle girdiği konvansiyonel harplerde, çok başarılı iç hat manevraları yaparak her zaman zafer kazanan İsrail’in prestijinin sarsılmasına sebep oldu. Çünkü bu yenilgi, İsrail’in; iyi örgütlenmiş silahlı bir örgütle, meskûn mahallerde yapılan bir mücadelede başarılı olamadığını ortaya çıkarmıştı.
Türkiye bu çatışmaların ardından ortaya çıkan fırsatı değerlendirerek yaptığı bazı girişimlerle Ortadoğu’da saygınlığını artırdı. Böylece Türkiye, Filistin ve Lübnan sorunlarında aktif politikasıyla bölgedeki en etkili aktörlerden biri haline geldi. Bu kapsamda Türkiye başbakanı 16 Ağustos’ta Lübnan’a gitti. Bundan sonra barışı korumak için oluşturulan UNIFIL’e askeri katkı yapıldı.[28] Türkiye’nin Arap dünyasında saygınlığı artarken İsrail ile ilişkilerde ise gerilimin ilk işaretleri ortaya çıkmaya başladı.[29] Öte yandan Türkiye’nin uygulamaya çalıştığı Ortadoğu’da savaşın yayılmasını önleme stratejisi, Suriye’de çok etkili oldu. Suriye, Batı tarafından tehdit edildikçe Türkiye’ye yanaştı. Bunda diğer bir etken de bölgede ortaya çıkan Kürt sorunu oldu. ABD’nin Irak’ta Kürtlerle işbirliğine gitmesi ve adeta bağımsız bir Kürt devleti oluşturmaya çalışması Türkiye ve Suriye’yi birbirlerine yaklaştırdı.
Bu yıl Kafkasya’da, Türkiye’nin güvenliği açısından bazı önemli gelişmeler meydana geldi. Bunlardan en önemlisi; Gürcistan’da hükümet tarafından, AB ve NATO’ya entegrasyon hedefi ile ilgili olarak alınan kararları parlamentonun da onaylaması oldu.[30]  Bunun yanında Mart ayında yapılan bir anlaşmayla Rusya, Batum ve Ahılkelek’teki üslerini çekti.[31] Bu Türkiye’nin, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden beri uygulamaya çalıştığı Rus askeri tehdidini sınırlarından olabildiğince uzaklaştırma stratejisine hizmet eden önemli bir gelişmeydi.
Türkiye çevresinde barış ve istikrar oluşturmaya çalışırken içeride ise durum bunun tam tersi yönde gelişiyordu. Bu yıl, Danıştay saldırısı ile başlayan bir seri gelişmeyle iç siyasi ortam gerilmeye başladı. Bu durum 2007 yılında devam eden gelişmelerle daha da kritik bir hale geldi. İlk olarak Hırant Dink cinayeti ile ülkede gerginlik bir üst safhaya ulaştı. Ardından, Nisan-Mayıs aylarında geniş katılımlı Cumhuriyet mitingleri başlayınca hükümet iç istikrarı ve kendi iktidarını koruyabilmek için yoğun çaba sarf etmek zorunda kaldı. Bunun yanında PKK da eylemlerini artırmaya başladığından Türkiye, terör ve laiklik temelinde yoğun bir iç çatışmaya doğru sürüklendi. Aslında gerilimin artmasının esas sebebi yaklaşan Cumhurbaşkanlığı seçiminde kimin aday gösterileceği hususu ile ilgiliydi. Bu tartışmalara Genelkurmay Başkanlığı da müdahil olunca ortam iyice gerildi. Yapılan birçok pazarlıklara rağmen gücün ve avantajın kendisinde olduğunu değerlendiren AKP, 24 Nisan günü Abdullah Gül’ün adaylığını açıkladı.
Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde, Cumhuriyet mitingleri, daha büyük kitleler halinde yapılmaya başlandı. Başkanları emekli asker olan Atatürkçü Düşünce Dernekleri bu yürüyüşleri organize eden ana unsur gibi görünüyordu. Bunlara İşçi Partisi ve çok sayıda sivil toplum örgütü ile bazı gazetecilerin de katılmasıyla bu yürüyüşler hükümeti oldukça güç duruma sokmaya başladı. Bu gergin durumu hatalı değerlendiren Genelkurmay Başkanı’nın, 28 Nisan’da, internet üzerinden hükümeti ikaz etmesi bu sefer ters tepti ve hükümet tarafından sert bir karşılık gördü. Temmuz seçimlerinde AKP yine tek başına iktidar olup Abdullah Gül de cumhurbaşkanı seçildi fakat AKP’ye karşı kapatma davası açılınca durum hükumet için yine kritik bir hal aldı. Bu durum, davanın 30 Temmuz 2008’de sonuçlanmasına kadar sürdü.
2007 yılında, o zaman kimsenin dikkatini çekmeyen fakat daha sonra Türkiye’de önemli gelişmelere sebep olacak bazı gelişmelerin de ilk adımları atılmaya başlandı. Cumhurbaşkanlığı krizi sonrasında AKP hükümeti, kendi iktidarı için en büyük engel olarak gördüğü TSK ile hesaplaşmaya gireceğinin işaretlerini vermeye başladı. Bu kapsamda Gülen Cemaati başta olmak üzere, eski solculardan liberallere, tarikatlardan değişik etnik ve dini örgütlere kadar birçok çevre ile yakın işbirliği içine girdi. Bu işbirliğinin bir uzantısı olarak, daha sonra Ergenekon, Balyoz ve Casusluk gibi isimlerle açılacak olan davalarla Ordu’da yapılacak büyük çaplı tasfiyenin ilk adımları atıldı. Bu kapsamda ilk girişim, sosyal medyada, bazı subayların akrabalarının terör örgütleri ile irtibatlı olduğuna dair listeler yayımlanması oldu.
TSK yönetim kademeleri bu iddiaları inceleyip bunların akrabaları ile ilgili iddialarının bir kısmının doğru olduğunu tespit edince, suçun bireyselliği ilkesini hiçe sayarak bu subaylar hakkında işlem yaptı. Fakat bunu yapmakla mağlubiyetle sonuçlanacak yeni bir savaşın yolunu da kendi elleriyle açmış oldu. Bu savaş; rejimle sorunu olan ve bazı yabancı istihbarat örgütleri ile beraber hareket ettikleri söylenen çevrelerin, bilgi terörizmi ve siber savaş yöntemleriyle TSK’ya asimetrik saldırıları şeklinde gelişme gösterdi. Saldırganlar bu yayından istedikleri sonucu aldıklarını görünce savaşa daha yoğun bir şekilde devam ettiler. Bu sefer, aslında çok azı doğru, çoğu uydurma bilgilerle art arda iki liste daha yayımladılar. Bu liste hakkında da işlem yapılınca saldırganlar artık stratejilerinin başarılı olduğuna emin oldular. Böylece her gün internet ortamında TSK mensupları hakkında onlarca yayın yapılmaya başlandı.
2008 yılının en önemli sorunu 7 Ağustos’ta başlayan Gürcü-Rus çatışması oldu. [32], Gürcistan hükümetinin, ayrılıkçı Abhazya ve Güney Osetya Özerk Bölgelerini kontrol altına almak için yaptığı askeri harekâtı fırsat bilen Rusya, savaş ilan etmeden baskın tarzında Gürcistan’a saldırdı. Türkiye, hızla güneye inen Rus zırhlı birliklerini bir süre endişeyle takip etti. Çünkü Rus birliklerinin Bakü-Ceyhan petrol boru hattının geçtiği bölgelere kadar ilerlemesi veya Gürcistan’daki Türk askeri yardım personelinin saldırıya uğraması Türkiye’yi bu çatışmalara taraf olmak durumuna sokabilirdi. Ruslar ilerlemelerini iki özerk bölge sınırlarında durdurunca Türkiye herhangi bir tepkide bulunmadı.  Rusya ile yaşanan savaştan sonra Gürcistan, Bağımsız Devletler Topluluğu’ndan ayrılarak AB ile ilişkilerini daha fazla geliştirmeye başladı.[33] 
Savaşın ardından yapılan seçimlerle Dimitri Medvedev devlet başkanı olunca Rusya’nın Güney Kafkasya’ya ilgisi azaldı ve gerilim de azalmaya başladı. Bu sırada Moskova, Azerbaycan’a yakınlaşarak askeri teknoloji desteği vermeye başlayınca Erivan, Rusya ile devam eden işbirliği yanında, Avrupa ile yakın bağlar kurarak seçeneklerini genişletmeye karar verdi.[34] Bu durum Türkiye’nin güvenlik endişelerini daha da azalttı.
2008 yılı içerideki hesaplaşmaların da yoğunlaştığı bir yıl oldu. Danıştay saldırısının ardından 2006 ve 2007 yıllarında bazı emekli subay ve astsubaylar tutuklanıp soruşturmaya tabi tutulmuş ancak olay büyük boyutlara ulaşmamıştı. Bu sırada bazı basın organları, ‘’Sakız’’ ve ‘’Ayışığı’’ gibi sözde darbe planları üzerinden başta bazı eski TSK mensupları olmak üzere Cumhuriyet mitinglerinin arkasında oldukları düşünülen çevreler hakkında yoğun bir propaganda faaliyetine başladı. 22 Ocak ve 21 Mart 2008 tarihlerinde, Ergenekon davası kapsamında Türkiye’nin birçok şehrinde yapılan gece baskınlarıyla çok sayıda asker, politikacı ve gazeteci tutuklanınca TSK tasfiye operasyonunda düğmeye basılmış oldu.
Bu tutuklamalarla birlikte hükümete bağlı basın ve yayın organları ile cemaat, tarikat ve liberal geçinen bazı eski solcuların yönetiminde olup kim tarafından finanse edildiği belli olmayan bazı basın organları hep bir ağızdan bu dava hakkında yoğun bir propaganda faaliyetine başladılar. Şimdiye kadar devlet katında iç tehdit diye anılan kim varsa hepsi bir araya gelmiş, iktidardaki gömlek değiştirmiş siyasal İslamcılarla birlikte, başta Ordu olmak üzere tüm rejim taraftarlarına karşı yoğun ve koordineli bir saldırıya geçtiler. Eskiden devleti koruduğunu söyleyenler artık devleti ele geçiren eski tehdit unsurları tarafından en önemli iç tehdit unsuru olarak görülüyor ve millete de bu yönde propaganda yapılıyordu.
2008 yılı boyunca Ordu, yoğun basın ve yayın faaliyetinin yanında sanal ortamda kurulan bazı sitelerden yapılan bilgi terörü niteliğindeki yayınlarla da ağır bir psikolojik harbe maruz kaldı. Bir müddet savunma kabilinden hareketlerde bulunulduysa da her hareketi daha yoğun bir saldırıyı tetiklemekten başka bir işe yaramadı. Bu da, o zamana kadar orduya ve mevcut rejime saldırmaya cesaret edemeyen bazı küçük grupların da saldırganlar safına katılmasını sağladı. Artık Türkiye tamamen içe dönmüş, gazete ve televizyonlar ile sanal ortamda ve mahkeme köşelerinde oynanan çok adaletsiz bir iç savaşa endekslenmişti. 2009 yılında da; TSK’ya kurulan bu kumpas, karşısındaki en büyük engeli etkisizleştirerek istediği gibi hareket edebileceğini hesaplayan hükumetin de desteğiyle uygulanmaya devam edildi.
Hükumet, bu mücadelede daha güçlü olmak ve dış destek sağlamak maksadıyla iç ve dış sorunları azaltma yönünde faaliyetlere başladı. Kafkaslarda zaten durum sükûnet bulmaya başlamıştı. Hükümet batıya dönerek Balkanlarda ve Doğu Akdeniz’de de daha çatışmasız bir ortam yaratmaya çalıştı. Bu kapsamda Ekim 2009’da Başbakan, Yunan Başbakanı Papandreou’ya bir mektup göndererek sorunlar üzerinde beraber çalışmayı önerdi. Yunan tarafından olumlu yanıt alınmasıyla diyalog süreci hız kazandı.[35]
TSK’nın pasifize olmasıyla birlikte hükümet, Ortadoğu politikalarında daha cüretkâr davranmaya başladı. Türkiye’nin kırmızı çizgileri diye tabir edilen en önemli hususlardan biri olan Irak kuzeyinde bir Kürt devleti kurulmasına engel olma politikasından vazgeçerek buradaki Kürt gruplarla yakınlaştı. Türkmenler devre dışı bırakılarak başta Sünni Araplar olmak üzere diğer unsurlarla işbirliğine gidildi. Türkiye tarihinde ilk defa, devletin laik yapısına aykırı olarak Ortadoğu ve İslam dünyasına mezhep temelinde yaklaşan politikalar uygulanmaya başlandı.
Bunun yanında iç güvenlik stratejilerinde de çok önemli değişikliklere gidildi. Hükümetin iç güvenlik stratejilerinde yaptığı en büyük değişiklik; PKK terör örgütü ile müzakere sürecinin başlatılması oldu. Başbakan’ın, daha 2005 yılında, Diyarbakır’da açıkladığı ancak uygulamaya cesaret edemediği, mücadele yerine müzakere etmeyi esas alan Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi 2009'da başlatıldı. Bu kapsamda, Kürtçe televizyon yayınlarının başlatılması gibi açılımların yanında PKK ile gizli görüşmeler yapılmaya başlandı.
Öte yandan Stratejik Derinlik ve komşularla sıfır sorun politikaları gereği Türkiye, ağırlıklı olarak komşularıyla ilişkilerini geliştirmeye devam etti. Bu kapsamda, Rusya ile yakın ilişkiler kurulmaya, İran ve Suriye’yle ise mevcut iyi ilişkiler daha da güçlendirilmeye çalışıldı. Buna karşılık İsrail ile ilişkilerde anlaşmazlıklar yaşanmaya başlandı. İsrail’in Filistin’deki insan haklarına aykırı uygulamaları artınca ilişkiler daha da bozuldu. Bu durum, 2009 yılındaki Davos toplantılarında tam bir krize dönüştü. Krizin ardından, İsrail ile yapılan Anadolu Kartalı tatbikatı iptal edildi. Bu durum zaman geçtikçe daha da müzmin bir hale geldi. 2010 yılında, İsrail Dışişleri Bakanı’nda yaşanan alçak masa krizinden sonra ilişkiler iyice gerildi. 31 Mayıs 2010’da meydana gelen Mavi Marmara olayı ile de ilişkiler kopma noktasına geldi. [36]
2010 yılı, içeride Ordu’ya karşı saldırıların daha da arttığı bir yıl oldu. 20 Ocak 2010 tarihinde mali kaynakları şaibeli bir gazetede ‘’balyoz darbe planı’’ adıyla sözde bir darbe hazırlığının planlarını yayınlandı. Bu yayınla, Kara Harp Akademisi’nde öğrenci olduğum 2003 yılında bizzat gördüğüm ve tamamen yasal olan İstanbul Emniyet ve Asayiş Planı, içeriği değiştirilerek bir darbe planı olarak kamuoyuna sunuluyordu. Bu yayının ardından yine gece yarıları yapılan ev baskınlarıyla çok sayıda askeri personel tutuklandı. Yine yoğun bir kampanya ile birçok general, subay, astsubay ve hatta sivil memur televizyon ekranlarından yargılanarak mahkûm edildi.
Tam bu dönemde Tunus’ta başlayan ve kısa sürede başarılı olan halk hareketleri dünyada önemli yeni gelişmelerin olacağının işaretlerini veriyordu. Tunus’ta başlayan olaylar kısa sürede Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen, Moritanya, Suudi Arabistan, Umman, Irak, Lübnan ve Fas'a yayıldı. Tüm Arap dünyasında baş gösteren bu mitingler, protestolar, halk ayaklanmaları ve silahlı çatışmalar ‘’Arap Baharı’’ diye adlandırıldı. Bu hareketlere genellikle Müslüman Kardeşler ideolojisine yakın İslamcı örgütler öncülük ettiğinden kendisini de bu kategoride gören Türk hükümeti, bu hareketleri başlangıçtan itibaren destekledi. Mısır’da eylemleri bastıramayan Mübarek kısa süre sonra istifa edip yerine Müslüman Kardeşler’in adayı seçilince Mısır’daki gelişmeler Libya’yı da etkiledi. Kaddafi, silahla direnince ülkede kanlı bir iç savaş başladı. Bunun üzerine Fransa’nın başlattığı hava saldırılarına NATO da katıldı ve Ekim 2011’de Kaddafi ölünce yönetim muhaliflere geçti.
Çatışmalar 15 Mart 2011 tarihinden itibaren Suriye’ye sıçrayınca, bu durum Türkiye’yi daha yakından etkilemeye başladı. Türkiye başlangıçta Esat yönetimiyle diyalog halinde kaldı ve demokratikleşme yönünde taviz vermeye ikna etmeye çalıştı. Fakat bunda başarılı olamayınca Esat rejimi ile ipleri kopararak muhaliflere destek vermeye başladı. 
Bu durum PKK Terör Örgütü’nü de harekete geçirdi. PKK, 2011 yılında, Abdullah Öcalan’ın hapishane şartlarını bahane ederek eylemlerini artırdı. Hükümet buna rağmen daha önce gizlice yapılan müzakerelere devam etti. Paris’te üç PKK’lının öldürülmesi ve hükümetin PKK ile yaptığı görüşmelerin basına sızdırılması gibi olaylar çözüm sürecini aksatmasına rağmen başbakan, 28 Aralık 2012'de, Öcalan ile görüşmeler yapıldığını resmen duyurdu.
2012 yılında, Türkiye’nin çevresinde irili ufaklı birçok kriz ortaya çıkmasına rağmen en önemli sorun Suriye sorunu oldu ve bu sorun Türkiye’nin güvenliğine birinci derecede tehdit oluşturacak bazı gelişmeleri de beraberinde getirdi. Bu kapsamda ilk kriz 22 Haziran 2012 tarihinde askeri bir eğitim uçağımız Suriye tarafından düşürülünce yaşandı. Ardından Suriye rejimi güçlerinin attığı top mermileri, 3 Ekim 2012 tarihinde Akçakale’de beş kişinin ölmesine ve pek çoğunun da yaralanmasına neden oldu. Suriye’de ortaya çıkan yeni terör örgütlerinin ülkemizde eylem yapmaya başlaması ise bir dış sorun olarak başlayan Suriye krizini kısa sürede aynı zamanda bir iç güvenlik sorunu haline getirmeye başladı.
Bu gelişmeler üzerine Türkiye, 21 Kasım 2012 tarihinde NATO’dan, Suriye’den kaynaklanabilecek balistik füze tehditlerine karşı hava savunmasının Patriot bataryalarıyla takviyesi talep etti. NATO, 4 Aralık 2012 tarihinde, Patriot savunma sistemlerinin Türkiye’ye yerleştirilmesi kararını aldı. Bu çerçevede, Almanya, Hollanda ve ABD’ye ait ikişer batarya Suriye sınırına yakın bölgelerde uygun yerlere yerleştirildi.[37]
2012 yılında da, içeride Türk Ordusu’na karşı yapılan asimetrik saldırılar artarak devam etti. 2011 yılında başlayan İstanbul Casusluk davası kapsamında çok sayıda ordu mensubunun tutuklanmasının ardından 2012 yılında bu sefer içine bazı iş adamları ile çok sayıda içişleri ve dışişleri bürokratının da dâhil edildiği İzmir Casusluk davası başladı. Fakat artık ordu karşıtı ittifakta da bazı sorunlar ortaya çıkmaya başlıyordu. Hükümet, Gülen Cemaati’nin, devletin tüm kademelerinde kritik mevkileri ele geçirdiğini, böylece perde arkasından ülkeyi idare ettiğini fark etmeye ve bunakarşı bazı önlemler almaya başladı. İzmir casusluk davasında hükümete yakın sivil bürokratların da mahkemeye verilmesinden dolayı hükümet, kendi adamlarının da tasfiye edilmeye çalışıldığını görünce cemaate karşı doğrudan eleştirilerde bulunmaya başladı.
Fakat ordu karşıtı cephede esas kırılma 2013 yılında ortaya çıktı. Bu yıl Gezi Parkı’nda yapılan hükümet aleyhtarı protesto gösterilerinde cemaatin protestocuları savunur tarzdaki açıklamaları bardağı taşıran son damla oldu. Bu protestoların Mayıs-Haziran aylarından sonra, alınan sert tedbirlerle etkisiz hale getirilmesinin ardından Hükümet, Gülen cemaatine karşı bazı önemli tedbirleri yürürlüğe soktu. Öncelikle cemaatle ilişkisi olan iş adamları baskı altına alınarak sindirilmeye çalışıldı. Daha sonra da, cemaatin stratejik ağırlık merkezi olarak değerlendirilen dershanelerin kapatılması gündeme getirildi. Bu olaydan sonra Cemaat-Hükümet ilişkilerinde köklü bir kopma ve çatışma ortaya çıktı. Dört bakanın yolsuzlukla ilgili görüntü ve ses kayıtlarının ardından 17 ve 25 Aralık günlerinde cemaat tarafından Başbakan’a ait ses kayıtlarının yayınlanması ile bu çatışma adeta savaşa dönüştü.
2014 yılı; ağırlıklı olarak cemaatle mücadele, PKK açılımı ve Suriye olayları ile geçti. Haziran 2015 seçimlerinde, Doğu’da PKK’nın baskısıyla oyların çoğu HDP’ye gidince büyük bir oy kaybeden AKP tek başına iktidar olamadı. Hükümet, kaybedilen oyları geri almak için açılım stratejisini rafa kaldırdı ve PKK’ya karşı yoğun operasyonlara başladı. Fakat orduya kumpas süreci ordunun savaşma kapasitesini olumsuz etkilediğinden askeri birlikler operasyonlara eskisi kadar gönüllü katılmıyor ayrıca açılım sürecinde PKK’nın tüm stratejik mevkileri derin yer altı sığınakları da dahil çok sayıda mevzi ve silah sistemi ile tahkim ettiği için operasyonlarda çok fazla zayiat veriliyordu. Seçim öncesinde bu zayiatların olumsuz etkisini göz önüne alan hükümet, sadece Özel Kuvvetler ve Hava Kuvvetleri’ni kullanarak, İHA ve diğer gelişmiş teçhizatla tespit edilen hedeflere taarruz esasına dayanan bir stratejiyi uygulamaya koydu.
İçeride çatışmalar artarken; ABD’nin bazı yerel unsurlarla işbirliği içinde İŞİD’e karşı hava harekâtına başlamasının ardından Suriye’de de çok önemli gelişmeler ortaya çıkmaya başladı. Türkiye, ABD ile hava operasyonlarına katılınca bu İŞİD’in Türkiye’yi tehdit etmeye başlamasına sebep oldu. Sınır illerinde yapılan saldırıların ardından 1 Kasım seçimleri öncesinde Ankara’da yapılan intihar saldırısı ile çok sayıda insan öldü veya yaralandı. İŞİD Fransa’da da benzer bir eylem yapınca başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın da Suriye operasyonuna ilgisi arttı.
ABD ve Batı ülkeleri İŞİD terörünü bitirmek adı altında operasyonlarını yoğunlaştırınca, Doğu Akdeniz’deki tek deniz üssünü kaybetmek istemeyen Rusya, 30 Eylül 2015’ten itibaren Esat rejimini doğrudan desteklemeye başladı. Rus hava kuvvetleri ile desteklenen Esat güçleri Türkiye’nin tampon bölge ilan edilmesini istediği ve Türkmenlerin kontrolünde olan bölgeye karşı şiddetli saldırılara başladı. Bu durum Türkiye’de tepkiyle karşılandı ve bombardımanlar sırasında sınır ihlali yapan uçaklar sebebiyle Rusya uyarıldı.
Rusya bu ikazları ciddiye almayınca 24 Kasım’da sınırı ihlal eden bir Rus uçağı düşürüldü. Olayın ardından Rusya sert açıklamalar yaparken, Türkiye, hemen NATO mekanizmasını harekete geçirdi. NATO ve ABD Türkiye’ye destek verince Rusya’nın tepkileri daha kontrollü hale gelmeye başladı.

Makalenin kalan kısmını oluşturan bölümleri okumak için:




[1] Alon Ben Meir, 11 Eylül: Sonuşları ve Yeni Düzen, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s. 9.
[2] Ben Meir, a.g.m., s.10.
[3] Detaylı bilgi için bkz. Cemilli, a.g.e., s.29-30.
[4] Detaylı bilgi için Bkz. Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, 72. Baskı, Küre Yayınları, İstanbul, 2011.
[5] Ahmet Davutoğlu, Teoriden Pratiğe Türk Dış Politikası Üzerine Konuşmalar, Küre Yayınları, İstanbul, 2013, s. 12.
[6] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 15.
[7] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 44-48.
[8] Sedat Laçiner, 11 Eylül Sonrası Türkiye’nin Ortadoğu’yla Değişen İlişkileri, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.41.
[9] Laçiner, a.g.m. s.46.
[10] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 50.
[11] Arzu Celalifer Ekinci, 11 Eylül Sonrasındaki Gelişmeler Işığında İran-Türkiye İlişkilerinin Değerlendirilmesi, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.121.
[12] Ben Meir, a.g.m., s.11.
[13] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 18.
[14] Ben Meir, a.g.m., s.37.
[15] Laçiner, a.g.m. s.48.
[16] Özdağ, a.g.m., s. 208.
[18] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 19.
[19] Aydın, a.g.m., s. 23.
[20] http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-terorizmle-mucadele-konusundaki-tutumu-.tr.mfa, Son Erişim Tarihi: 11.10.2015
[22] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 121-125.
[23] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 16.
[24] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 21.
[25] Türk, a.g.m., s.201-211-214.
[26] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 27-30.
[27] Türk, a.g.m., s.219-222.
[28] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 32.
[29] Serhat Erkmen, Türkiye-İsrail İlişkileri: Stratejik İşbirliğinden Sorunlu veya Zorunlu İlişkiye, 11 Eylül Sonrası Ortadoğu, Editörler: Sedat Laçiner, Arzu Celalifer Ekinci, USAK Yayınları, Ankara, 2011, s.107.
[30] Melikyan a.g.m.
[31] Joshua Kucera,The Bug Pit Armenia Azerbaijan Georgia April 19, 2011, Russia, http://www.eurasianet.org/ node/63331, Son Erişim Tarihi: 7.11.2015.
[32] Davutoğlu, a.g.e., Teoriden Pratiğe…, s. 29-38.
[33] Melikyan a.g.m.
[34] Kevork Oskanian, Georgia and Azerbaijan: Between Russia and the West, http://fpc.org.uk/articles/607, Son Erişim Tarihi:  7.11.2015.
[36] Erkmen, a.g.m, s.107-109.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder