Putin’in Yönetimindeki
Rusya’nın Uyguladığı Emperyal Strateji ve Suriye Gerçeği.
(Suriye İç Savaşı, Rusya, Putin, Rus uçağı düştü, IŞİD, Nusra, Türkmenler, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan, Karabağ, Abhazya, Osetya, Ermenistan, Kırım, Emperyalizm, Aleksandır Dugin, Avrasyacılık, Akdeniz, Ortadoğu, ABD, AB)
(Suriye İç Savaşı, Rusya, Putin, Rus uçağı düştü, IŞİD, Nusra, Türkmenler, Ukrayna, Azerbaycan, Gürcistan, Karabağ, Abhazya, Osetya, Ermenistan, Kırım, Emperyalizm, Aleksandır Dugin, Avrasyacılık, Akdeniz, Ortadoğu, ABD, AB)
Soğuk Savaş sona
ererken Sovyetler Birliği; sahip olduğu ekonomik, siyasi, kültürel, demografik
ve teknolojik gücü Batı ile silah yarışına devam edemediğinden, Glasnost ve Perestoroika
gibi yeni açılımlarla bu çıkmazdan kurtulmaya çalışmıştır. Ancak açılımı yapan Sovyet
yetkililer, uzun süredir katı bir baskı altında yönetilen; çok dilli, çok dinli
ve çok kültürlü bir imparatorluğun, bu baskı kalkıp halklar dünya ile temasa
geçtiğinde varlığını koruyamayacağını tahmin edememiş, ekonomik liberalizm ile
beraber siyasi liberalizm de uygulamaya kalkınca dünyanın iki süper gücünden
birinin dağılmasına sebep olmuşlardır.
Hâlbuki yıllar boyunca savaştıkları ve
Batı’ya yanaştıkça dağılma sürecine giren Osmanlı İmparatorluğu’nun Tanzimat
Fermanı ve Islahat Fermanı gibi açılımlarla başına gelenleri biraz
inceleselerdi bu duruma belki bir tedbir alabilirlerdi. Sovyetler Birliği’nin
aksine Çin bu tehlikeyi görmüş, ekonomik liberalizmi en uç noktalara kadar
uygularken devletin merkezi ve baskıcı yapısını gevşetmemiştir. Bunun sonucunda,
uyguladıkları devlet kapitalizmi ile bütünlüklerini koruyarak yavaş yavaş
ABD’ye rakip tek güç haline gelebilmişlerdir.
Sovyetler Birliğinin bu politikalarla
dağılacağını gören fakat artık geç kalmış olan KGB’nin 1992 yılında tezgâhladığı
darbe başarısız olunca Yeltsin, Rusya Federasyonu’nun bağımsızlığını ilan
etmiş, devlet başkanı olmuş ve bu süreçte Sovyetler Birliği lağıv edilmiştir.
Bundan sonra Rusya, kapitalist sisteme planlı bir şekilde geçemediğinden birçok
hayati sorunla karşı karşıya kalmıştır.
Bu sorunların en önemlisi;
bağımsızlıklarını ilan eden Sovyet Cumhuriyetlerinin ardından Rusya Federasyonu
içindeki Özerk Cumhuriyet ve bölgelerde ayrılıkçı hareketlerin gelişmesi
olmuştur. Yeltsin, gittikçe bozulan ekonominin de verdiği zorlukla bu konu ile
mücadele etmekte zorlanmış, zaman zaman tavizler vermek ve geri adım atmak
durumunda kalmıştır.
Fakat komünist imparatorluğu dağılmış olan
Rusya’nın eski Çarlık dönemi emperyalist hatıraları kısa süre içinde yeniden canlanmış;
Çeçenistan Savaşı ve başta Tataristan olmak üzere özerk cumhuriyetlerin daha
fazla yetki talepleri gibi sorunlara rağmen kısa sürede Kafkasya ve Orta
Asya’da kurulan yeni devletleri kendi kontrolü altında tutmaya yönelik
politikalar geliştirmeye başlamıştır. Bu maksatla yapılan en önemli girişim
Bağımsız Devletler Topluluğu’dur. Ancak Rusya’nın, bu girişiminin o kadar kolay
olmayacağını anlaması uzun sürmemiştir. Çünkü artık sadece ABD ve AB ile değil,
Türkiye, İran ve Çin gibi bölgesel aktörlerle de rekabet etmek zorunda
kalmıştır.
Rusya, bu dış sorunlarla uğraşırken bir
yandan da yeniden yapılanmanın sorunlarını yaşamaya başlamıştır. Rusya’da çok
derin ekonomik krizler ortaya çıkmış, üretim durmuş, silahlı kuvvetlerde
maaşlar ödenemediğinden askerler silahları çalarak satmaya başlamış, mafyalaşma
artmış böylece devlet dışı aktörler kontrolsüz bir biçimde ve devletin aleyhine
olacak şekilde büyümüştür. Kısa süre içinde, benzerleri batıda bile
bulunamayacak kadar zengin bir kesim oluşmuştur. Devlet mallarını kendi
üzerlerine geçirerek ve yasadışı ticaret yaparak zenginleşen bu kesimler kısa
sürede ülkeyi kontrol eder hale gelmişler ve bu durum Yeltsin hükümetinin elini
kolunu bağlayan en önemli hususlardan biri olmuştur. 2000 yılında, başta
istihbarat örgütü olmak üzere neredeyse tüm devlet organlarının desteğiyle devlet
başkanlığına gelen Vladimir Putin’in önünde işte böyle bir tablo vardır.
Putin iktidara gelir gelmez, tüm devlet
organlarına, istihbarat teşkilatını da kullanarak kendi kontrolündeki kişileri getirmiş
ve böylece kısa süre içinde kişisel iktidarını güçlendirmiştir. Bundan sonra hükümetin
önünde en büyük engel olarak gördüğü oligarkları sert tedbirlerle ortadan
kaldırmıştır. Bunu, daha sonra Türkiye’deki hükümetlerin de örnek alacağı
şekilde polisi, istihbarat teşkilatını ve olaya yasal süsü vermek için hukuku
kullanarak yapmıştır. Bu sindirme o kadar ileri seviyelere varmıştır ki Putin
muhaliflerini yurt dışına kaçsalar bile takip ettirmiş ve vücutlarına radyoaktif
madde zerk etmek dahil her yolu deneyerek acımasızca yok etmiştir. Ardından da
çıkardığı kanunlar ve baskı ile özerk cumhuriyet ve bölgelerin yetkilerini
kısıtlamış, merkezin gücünü oldukça artırmıştır.
Putin, içeride istikrarı sağlamak ve
iktidarını güçlendirmek için sert tedbirler uygularken öte yandan Rusya’nın dış
politikasına da yeni bir yaklaşım getirmeye çalışmıştır. Bunun için iktidara gelmesinden kısa
bir süre sonra yeni bir ‘’Güvenlik Doktrini’’ ilan etmiştir. Bu doktrin BDT ülkelerinde
Rus hâkimiyetini amaçlamaktadır. Bu stratejiyi derhal yürürlüğe koyan Putin ilk
adımı Güney Kafkasya’da atmış ve Rus etkisini güçlendirmek için 9-10 Ocak
2001’de Bakü’yü ziyaret etmiştir. İlk olarak Bakü’ye gitmesinin de özel bir
sebebi vardır. Çünkü Azerbaycan, bağımsızlığını ilan ettiği günden beri Rusya
için kara kedi durumunda olmuştur. Bu yüzden, Karabağ Savaşı’nda Rusya, sadece
Ermenileri desteklemekle kalmamış, Rus birlikleri de sivil Türk halka yapılan
acımasız saldırı ve katliamlara Ermenilerle birlikte iştirak etmiştir. Bağımsızlığını
ilan ettiği günden itibaren zaten Rusya’ya bağımlı olmayı benimsemiş olan
Ermenistan, Karabağ Savaşı’ndan sonra Rusya’nın bölgede tutunması için temel
dayanak noktası olmuştur. Putin, Azerbaycan’dan sonra Gürcistan’a yaklaşmış,
istediğini tam olarak alamayınca da, gerek Abhazları, gerekse Oset ve diğer
azınlıkları kullanarak bu ülkeye yoğun bir şekilde baskı yapmaya başlamıştır.
Fakat evdeki hesap çarşıya uymamıştır. Rusya
ile nispeten de olsa olumlu bir ilişki kurmaya dikkat eden Şvardnadze, ABD’den
bazı odaklar tarafından pompalanan renkli devrimlerin biriyle iktidardan
ayrılınca, onun yerine devlet başkanı olan Sahakashvili, tamamen batı taraftarı
politikalar izlemeye başlamıştır. Bunu, Rusya açısından daha vahim hale getiren,
askeri eğitim ve yardım için Türkiye’den gönderilen askeri personel tarafından Gürcistan’da
bazı askeri merkezlerin kurulması olmuştur. Gürcistan, ABD askeri birimlerini
de ülkeye kabul edince artık ağır bir cezaya çarptırılmayı hak etmişti.
Bunun için uygun fırsat 2008 yılında ortaya
çıktı. Ordusunu yeterince güçlendirdiğini ve Abhazya ile Osetya’da isyancıları
bastırabileceğini düşünen Shakashvili, bu bölgelere askeri birliklerini sokunca,
hiç beklemediği bir şeyle karşılaştı. Bu karşılaştığı şey sadece Gürcistan’a için
değil, tüm dünya için de sürpriz olmuş ve heyecan yaratmıştı. Yoğun hava
desteği ile desteklenen Rus zırhlı ve motorlu birlikleri, bir gece ansızın,
güneye doğru yola çıkmış ve Gürcistan Ordusu’na saldırmıştı. Yenilip dağılan
Gürcü kuvvetleri güneye doğru kaçarken, Rus birlikleri de nefes almadan
arkalarından ilerliyordu. Bir ara, ‘’Acaba Rusya Bakü Tiflis Ceyhan boru
hattına kadar inecek mi?’’ diye herkes gözünü bu Rus taarruzuna çevirdi. Ancak
Putin, hedefine ulaştığından bu hatta gelmeden birliklerini durdurdu. Putin
böylece; Oset ve Abhazları katliamdan kurtarma bahanesiyle Gürcistan
topraklarını işgal etmiş öte yandan Türkiye, AB ve ABD’ye de ‘’eğer Rus
çıkarlarına saldırılırsa, buna karşılık vermek için boru hatlarına istediği
zaman ulaşabileceği’’ mesajını vermişti.
Rusya bundan sonra bu iki özerk bölgede
düzenlediği orta oyunu ile bunlara bağımsızlık ilan ettirip ardından da bunları
bağımsız birer devlet olarak resmen tanıdı. Dünya kamuoyuna da; Abhaz ve
Osetlerin kendi kaderini tayin hakkı olduğunu deklare etti. Fakat bu, sadece
uydurma bir bahane olduğu için değil, bu bölgelerde bağımsızlık kararı
alanların bu etnik gruptan insanlar olmadığı için de tam bir kuyruklu yalandı.
Çünkü Osetya ve Abhazya’da en büyük nüfus Ruslardan oluşuyordu. Abhazya’da
Abhazlar belki de, burada yaşayan diğer bir azınlık grubu olan Ermenilerden
bile daha azdı. Baştan beri bilinmesine rağmen bu hareket tüm dünyaya şunu
göstermiştir: Putin, Rusya’yı yeniden bir süper güç ve bir dünya devleti haline
getirmek için güç kullanmayı bir politika olarak kullanmaya ve çatışmayı göze
almaya hazırdır.
Bilindiği gibi, Putin’in bu yolda
yaptıklarında ona akıl hocalığı yapan çok sayıda kişi vardır. Akıl hocalarından
en önemlisi de 1. Dünya savaşı öncesinde ortaya çıkıp bir süre savaş sonrasında
Bolşevik Devrim’den kaçan entelektüeller arasında da devam eden Avrasyacılık
Jeopolitik Teorisini yeniden ve yeni bir versiyonla ortaya atan Aleksander
Dugin’dir. Dugin’in iddiasına göre Rusya Avrupalı değildir. Ama Asyalı da
değildir. İkisinin ortasında, hem Avrupalı ve hem de Asyalı olan kendine has
bir varlıktır. Rusya bu merkezi konumuyla güçlü bir şekilde var olabilmek için
imparatorluk stratejileri uygulamalıdır. Bu strateji de yayılmacı olmak
zorundadır. Fakat günümüz dünyasında eski usul savaşlar vasıtasıyla
yayılmacılık mümkün değildir. O halde Rusya, bazı ülkelerle işbirliği yaparak
etkisini daha geniş bir bölgeye yaymaya çalışmalıdır. Bunun için gerekli askeri
güç Rusya’da vardır ancak Rusya Sovyet Döneminde de görüldüğü gibi teknolojik
ve ekonomik güç açısından tek başına yetersiz kalmaktadır. İşte bu sebeple Rusya,
kendisinde olmayan teknolojik ve ekonomik zekâya sahip olan Almanya ve Japonya
ile işbirliğine girmelidir.
Ayrıca Rusya, süper güç olmak için sıcak
denizlerde daima donanma bulundurmalı ve bu donanma için bazı yerlerde üslere
sahip olmalıdır. Ama bu sıcak denizlere giden yol artık eskisi gibi Türkiye
üzerinden Akdeniz’e uzanan yol değildir. Rusya sadece Akdeniz gibi bir nispeten
küçük denize değil, okyanuslara da çıkmak zorundadır. Bu sebeple Rusya için
güneyde işbirliği yapılacak en uygun ülke zaten Batı ile sorunlar yaşayan ve
böyle bir işbirliğine daha yatkın olan İran’dır. Türkiye ise, Dugin’in deniz
medeniyeti dediği (Ona göre Rusya kara medeniyetidir ve tarih boyunca mücadeleler
Kara ve Deniz medeniyetleri arasında olmuştur.) ABD ve İngiltere gibi ülkelerin
bulunduğu NATO’ya üye olduğu için ezilmesi gereken düşman veya en azından rakip
bir ülkedir. Bunun diğer bir sebebi de; Türkiye’nin aynı dil ve ırktan insanların
yaşadığı Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ve Rusya’daki Türk ve Müslüman özerk cumhuriyetlerle
birleşmeyi öngören Turancı bir politika izlemesinin Rusya’nın tüm hayallerini
suya düşürecek bir durum olacağını düşünmesidir. Rusya’nın, Kafkasya’ya bu
kadar önem vermesini bu kapsamda değerlendirirsek bu bölgenin, Rusya’nın
Karadeniz’de hâkim bir pozisyonda olması kadar İran yoluyla gelecekte Hint
Okyanusu’na çıkması açısından önemli olmasından kaynaklanıyor denilebilir.
Ayrıca bu bölge kontrol altına alınırsa Türkiye’nin Orta Asya’ya etki etmesinin
de önü alınabilir.
Neyse, Dönelim Putin’e… Putin Kafkasya’daki
bu sorunu kendi bildiğince halledince yönünü hemen Batı’ya dönmüştür. Zaten bu tarih
boyunca Rus imparatorlarının izlediği bir yöntemdir. Yani; batıda işler
tıkanınca doğuya, doğuda işler tükenince batıya dönmek fakat daima güneye
inmeye çalışmak…. Batıda en önemli konu Ukrayna’dır. Ukrayna Slav kökenli
olmasına rağmen tarih boyunca; Türk unsurlarla karışması, Baltık ülkeleri
tarafından bir müddet yönetilmesi, Katolik mezhebinin yaygın olması vb. sebeplerle
Ruslardan çok ayrı bir kültür ve kimlik geliştirmiştir. Bu sebeple, her zaman
Rus işgallerini direnişle karşılamış, çok defa baskı ve katliamlara maruz
kalmış, bu sebeple de Rusya’ya karşı daima olumsuz duygular beslemiştir. Ukrayna,
Almanya sayesinde, 1. ve 2. Dünya Savaşlarında bağımsızlığa kavuşma noktasına
gelmişse de Rusya her iki savaşta da bu
ülkeyi ordularıyla ezmiştir.
Bu işgal dönemlerinin etkisiyle Ukrayna’ya
çok sayıda Rus Ortodoks nüfus yerleştiğinden Soğuk Savaş sonrasında bu durum
ülkede yönetime kimin geleceği konusunda büyük sorunlar yaşanmasına sebep
olmuştur. Bazen Rusya yanlıları, bazen de Batı ve bağımsızlık yanlıları
iktidara gelmiş ancak bu durum ülkeyi parçalanmanın da eşiğine getirmiştir.
Bunun temel sebebi; Batı, Ukraynalıları kendine doğru çekerken Rusya’nın da Rus
Ortodoks ve Rusya yanlılarını inatla kendine doğru çekmesi olmuştur. Böylece
iki taraftan inatla çekilen Ukrayna sonuçta ikiye bölünmüştür.
Rusya’nın Ukrayna tutkusu milliyetçilik, kendisi
her ne kadar öyle olduğunu iddia etse de, halkların kendi kaderlerini tayin
hakkı gibi Rusya’nın uydurmalarından kaynaklanmamaktadır. Bunun sebebi yine, Emperyalist
Rusya’nın jeopolitik zorunluluklardan kaynaklanan çıkarlarıdır. Öncelikle Ukrayna;
Rusya'nın yüzyıllardır devam ettirdiği sıcak denizlere inme politikasının kilit
noktası olan Kırım'a sahiptir. Bu bölge Karadeniz’deki Rus deniz kuvvetleri
için en hayati üs durumundadır. Bu bölge aynı zamanda antik dönemlerden beri
Çin ve Avrupa arasındaki önemli ticaret yollarından biri olan step yolunun
batıdaki ucudur.
Bundan başka, Ukrayna önemli bir tarım
potansiyeli ile daha çok doğu ve güneydoğusunda yoğunlaşmış önemli sanayi
bölgelerine sahiptir. Daha da önemlisi Rus doğalgazını Avrupa'ya taşıyan önemli
boru hatlarını üzerinde bulundurmaktadır. Yani Ukrayna; Avrupa'nın ihtiyaç
duyduğu, Rusya'nın da ekonomisini krizlere girmeden yürütebilmesini (Rus
ekonomisi önemli bir şekilde karbon yakıtlarının yurt dışına yapılacak
ihracatına bağımlıdır.) sağlayacak doğalgaz ve petrolün geçtiği bölgede adeta
bu hattın boğazını tutmuş bir pozisyondadır.
Bu sebeple Ukrayna; Avrupa ve Rusya için
büyük anlamlar taşımaktadır. Bu durum bu ülkelerin krize yaklaşımlarına da etki
etmiştir. Rusya ve Avrupa krize daha temkinli yaklaşırken ABD daha agressif
hareket etmiş ve Avrupa'dan bağımsız politikalar takip etmiştir. Bunun üzerine
Putin, Kafkasya’da da yaptığı gibi, etnik Rusları kullanarak yayılmacı bir strateji
uygulamış, bunun için Kırım halkoylaması yapılarak Rusya’ya bağlanmıştır. Fakat
bu durum Rusya için de risk taşıdığından Putin, uluslararası arenada ihtiyatlı
davranmaya özen göstermiştir. Çünkü Rusya’da da şu anda sesini çıkaramayan
birçok özerk bölge ve cumhuriyette birçok ayrılıkçı akım ortaya çıkabilir. Çeçenistan
sorunu bu kadar zor bastırılmışken Rusya, yeni bir benzeri hareketi
kaldıramayabilir. Mesela aynı şeyi, yani bağımsızlık ilanı için bir referandumu
Tataristan yaparsa ne olacak?
Putin’in Kafkasya ve Doğu Avrupa’daki emperyalist
politikaları ve uyguladığı stratejiler şimdilik başarılı olmuş gibi
görünmektedir. Belki bunlardan da cesaret alan Putin, artık yeniden Ortadoğu
politikasına girmenin zamanının geldiğini düşünerek, 30 Eylül’den beri Suriye
rejimine askeri birlikleriyle fiilen destek vermeye başlamıştır. Burada Putin, aynı
bölgeye yerleşmek isteyen diğer devletler gibi, IŞİD terör örgütüne karşı
mücadele üzerinden yürütülen bir propagandayı kendine dayanak almaktadır. Fakat
biraz dikkatli bakılırsa bunun yalandan başka bir şey olmadığını kolaylıkla
görebilir. Çünkü Rusya, Suriye’ye fiilen girdiğinden beri IŞİD kontrolündeki
bölgeye bir defa bile saldırmamış, tek bir bomba bile atmamıştır. Rusya, Suriye
rejiminin kara operasyonları ile birlikte daha çok ÖSO, Nusra ve Türkmen
bölgelerini bombalamaktadır. Bunun da sebebi gayet açıktır. Çünkü diğer müdahil
devletler gibi Rusya’nın da terörle mücadele gibi bir hedefi yoktur. Esas amaç
kendi çıkarlarını korumaktır. Peki nedir Rusya’nın Suriye’deki çıkarları?
Anlatmaya çalışayım…
Rusya’nın Akdeniz’deki tek deniz üssü Suriye’nin
Tartus limanındadır. Bu üsler olmazsa Rus donanması uzun süre Akdeniz’de
kalamaz. Dolayısıyla Süveyş Kanalı vasıtasıyla iki okyanusu birleştiren ve
dünya petrol rezervlerinin çok büyük bir bölümünün bulunduğu Ortadoğu’yu
kontrol eden Akdeniz’de bir varlık gösteremez. Bunu yapamazsa süper güç olma
iddiası da sadece bir iddia olmaktan öteye geçemez.
Bu bölge şu anda Esat rejiminin
kontrolündedir. O zaman Rusya niye başka yerlerle uğraşıyor diye aklınıza
gelebilir. Daha önce ‘’Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan
Gelişmeler.’’ başlıklı yazımda bunun sebebini açıklamıştım. O yazıya bakılırsa
görülecektir ki Şam merkezli bir Suriye devletinin yaşayabilmesi için iki husus
şarttır. Bunlardan biri; Hama, Humus ve Halep gibi ekonomi, ticaret ve
ulaştırma merkezlerinin mutlaka bu devletin elinde olması gereğidir. Diğeri de
denize açılabilmesidir. Şam merkezli bir devletin dünyaya açılabileceği iki yol
vardır. Bunlardan biri Lübnan limanları diğeri de Lazkiye ve Tartus limanlarıdır.
Lübnan yolu, daima istikrarsızlıklarla boğuşan bu ülkenin iç ve dış siyasi
yapısı sebebiyle, her zaman kapanabilir. Dolayısıyla Şam’da konuşlu bir yönetim
bu yola güvenemez. Suriye’nin güneyindeki Tartus limanı ise bir ülkeyi dışarıya
bağlayacak imkânlar açısından nispeten küçük ve yetersizdir. Zaten bir kısmı da
Rusya ve Suriye ordusu tarafından üs olarak kullanılmaktadır. Ama kuzeydeki Lazkiye
limanı oldukça büyük ve bir ülkenin dış bağlantısı için de gayet müsaittir.
Zaten iç savaş öncesinde de Suriye tüm dış ticaretini bu limandan yapmaktaydı.
Ben 2000’li yıllarda Lazkiye’ye 4-5 defa gitmiş ve bu limanı görmüştüm. O zaman;
limanda her yer konteynır doluydu. Gemiler ardı ardına limana gelip gidiyordu
ve oldukça işlek bir deniz trafiği vardı.
İşte konu budur. Halep ve Lazkiye
bölgelerinin Esat rejiminin kontrolünde kalması, rejimin de bu rejimin kontrol
edeceği bir devletin de olmazsa olmazıdır. Ama şu anda Suriye’de savaşan
gruplara bakıldığında bunun önünde duran önemli bir sorun olduğu görünmektedir.
Lazkiye’nin kuzey bölgelerinin çoğu ÖSO, Nusra ve Türkmen askeri güçlerinin
elindedir. (Tekrar belirteyim burada IŞİD filan yoktur.) Bu bölgeler başka bir
gücün elinde olduğu müddetçe Lazkiye’yi elinde tutan bir güç hiçbir zaman
burayı sonsuza dek elinde tutacağından emin olamaz. Çünkü Suriye’nin, bizim
Hatay ilimize sınır bölgesi olan, kuzeyi yüksek dağlar ve ormanlık arazilerden
oluşmaktadır. Burada konuşlanan askeri güçler her zaman Lazkiye’yi tehdit
edebilir. Diğer bir konu da Lazkiye’den bizim Yayladağı ilçemize kadar uzanan ve
bölgede ulaşıma uygun tek yaklaşma istikameti de Türkmenlerin çoğunlukta
bulunduğu Bayır-Bucak kasabaları ve bunlara bağlı Türkmen köylerinin ortasından
geçmesidir. Bu durumuyla bu bölge Türkiye’nin de barışta ve savaşta en kısa
yoldan etki edebileceği bir bölgedir. Dolayısıyla çok önemlidir. Onun için bu
bölgedeki Türkmen varlığı Türkiye açısından hayati bir önem taşırken Rusya’nın
çıkarları için uygun değildir. Rusya açısından, Türkmenlerin buradan
sürülmeleri, gitmezlerse de yok edilmeleri lazımdır.
Bu bölgenin önemi sadece bundan ibaret te değildir.
Mesela bu bölge Lazkiye’den Halep’e giden ana karayolunu da kontrol eden bir
konumdadır. Bu yol bizim en güney uçtaki köyümüz olan Beysun (yeni adıyla
Topraktutan) köyündeki karakolumuzdan da çıplak gözle görülebilmektedir. Bu yol
oldukça geniş ve otoban diyebileceğimiz bir yoldur. Bu da yetmedi derseniz, Türkmen
bölgesinin önemini anlatmaya devam edeyim. Lazkiye’de şehir merkezinin 2 km doğusunda tren garı
vardır. Buradan kalkan trenler Halep’e giderken yine bu Türkmen bölgesi
civarından geçmek zorundadır. Ayrıca Lazkiye’nin Şam yönetimi için önemini
vurgulamak için buradan Hama ve Humus’a da tren yolu olduğunu ve Lazkiye şehrinin
25 km güneyinde bir Uluslararası Havaalanı da bulunduğunu söylemek yeterli olur
sanırım. Bu perspektiften bakınca Suriye’de Türkiye-Rusya çekişmesi sanırım
daha sağlıklı bir şekilde anlaşılabilir.
Müsaade ederseniz konuyu biraz daha açmaya
çalışayım. Yakın zamanda Suriye’de çözüm sağlanması için, sanırım Avusturya’da,
bazı uluslararası görüşmeler yapılmıştır. Bu görüşmelerde hemen bazı olumlu
gelişmeler de ortaya çıkmıştır. Bunun en önemli sebebi Avrupa ve ABD’nin artık
bu sorunun çözülmesini istemesidir. Çünkü IŞİD terör örgütü, ABD ve Batıyı da
tehdit etmeye başlamıştır. Daha da önemlisi, Türkiye’ye sığınmış 2,5 milyondan
fazla Suriyeli göçmenden yüz binlercesi bir yolunu bulup Avrupa kapılarına
dayanmıştır. Avrupa yeni bir göç dalgasını korku ile karşılamıştır.
Suriyelileri sınırlarında gören, başta Almanya olmak üzere birçok AB ülkesi, bu
durum karşısında büyük bir panik yaşamaya başlamıştır. Bu sebeple AB ülkeleri
artık Suriye sorununun bir an önce çözülmesini istemektedir. İşte bu durumu
gören, yani Suriye sorununun yakın bir zamanda mutlaka çözüleceğini gören bazı
emperyalist ülkeler bu görüşmelerden sonra doğrudan müdahale etmek için Suriye
sorununun içine girmişlerdir. Bundan maksatları çözüm öncesi kendileri için en
uygun mevzileri kazanmak ve kendi destekledikleri unsurların mümkün olduğu
kadar geniş ve stratejik alanları kontrol altına almasını sağlamaktır.
Yine
‘’Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan Gelişmeler.’’ başlıklı
yazıma bakarsanız Suriye’nin Şu anda IŞİD kontrolünde olan bölgesi aslında o
kadar da önemli bir bölge değildir. Nüfus yoğunluğu fazla ve stratejik önemi
olan bölgeler Şam-Hama-Humus-Halep şehirleri ile bu hattın batısındaki bölgeler
ve Türkiye sınırında bulunan, nüfus yoğunluğu nispeten fazla ve Kamışlı gibi az
da olsa petrol çıkan bölgelerdir. Zaten azıcık dikkat ederseniz mücadelenin de
bu bölgelerde yoğunlaştığını görürsünüz.
Yani Rusya Suriye’de, günlerdir
propagandasını yaptığı sebeplerle değil, yeniden emperyal politikalara dönen
Putin’in Rusya’yı bir dünya gücü olarak ayağa kaldırma stratejisinin bir
uzantısı olarak bulunmaktadır. Ancak uçağı düşürülen Putin, Kafkasya ve Doğu
Avrupa’da karşılaşmadığı bir tavırla karşılaştığı için çok sinirlenmiş ve hatta
paniğe kapılmıştır. Şimdiye kadar ne ABD, ne de AB’nin güçlü ülkeleri Rusya’nın
saldırgan tutumu karşısında böyle sert bir karşılık vermemişken Türkiye gibi
kendisinin gözünde oldukça küçük olan bir ülkenin bunu yapmış olmasını
hazmedememektedir. Çünkü bunun başkalarına da örnek olacağını düşünmektedir.
Eğer buna çok önemli bir ceza kesemezse başka ülkelerin de, Rusya’nın bir
blöften ibaret olduğunu düşünerek hareket edeceğinden korkmaktadır. Fakat
aslında elinde yapabileceği fazla bir şey de yoktur.
Zaten bu sebeple uçak düşeli beri sürekli
olarak demeçler vermekte, internet ve televizyonlar üzerinden Türkiye ve dünya
kamuoyuna karşı psikolojik harekât icra etmeye çalışmaktadır. Aslında
Türkiye’de insanların psikolojik harekâta yatkınlığı olduğunu da Putin çok iyi bilmektedir.
Çünkü bu ülkede gazete köşelerinde, sanal âlemde, televizyonlarda üç beş tane
şerefsizin yaptığı psikolojik harekât sonucu bu ülkenin halkının önemli bir
kısmı bunlara inanmış, bu ülkenin yasal hükümetinin de desteğiyle Türk Ordusu
neredeyse tamamen çökertilme noktasına getirilmiştir. Bu sebeple Putin şimdilik
buna ağırlık vermekte ve aslında birbiriyle çelişen tutarsız iddialarla kendini
tatmin etmektedir. Mesela Putin; Suriye’deki Türkmen silahlı güçleri, ÖSO
güçleri gibi Esat rejimine karşı mücadele ettikleri için terörist olarak
tanımlamaktadır. Hâlbuki kendisi önce Karabağ’da, sonra Abhazya ve Osetya’da
şimdi terörist dediği kişilerle aynı işleri yapanları ordularını göndererek
savunmuş, hatta bu bölgeleri Azerbaycan ve Gürcistan’dan koparmıştır. Daha
sonra aynı şeyi Kırım’da da yapmıştır. Yani Rusya’ya göre kendi taraftarı
ayrılıkçı gruplar kendi kaderini tayin hakkını kullanırken Rusya çıkarına
aykırı olanlar terörist olmaktadır. Öte yandan IŞİD petrolünün Türkiye
üzerinden satıldığı iddialarını kendisinin ülkesinin çıkarları için Türkmenleri
katletmesine ve uçağın düşürülmesine bahane olarak sunmaya çalışmaktadır. Nitekim
Rusya kaçak petrol satış güzergâhlarını yayımlamıştır. Fakat nedense bunların
hiç biri Türkmenlerin bölgesinden geçmemektedir. Bu yayımlanan bilgilere göre
en büyük kaçakçılık PYD bölgesinden yapılmasına rağmen Rusya PYD hedeflerine
tek bir bomba dahi atmamıştır.
Bence Putin’in deli dana gibi her yere
saldırmasının tek bir sebebi vardır. Şu ana kadar çıkar çatışmasına girdiği hiçbir
devlet Rusya’ya karşı çıkmamıştır. Hiçbir Rus uçağı düşürülmemiş, hiçbir Rus
tankı vurulmamıştır. Bu da Putin’de; ‘’ben büyüğüm, ne yaparsam yapayım kimse
karşı çıkmaya cesaret edemez’’ inancı oluşturmuş olmalıdır. Zaten o yüzden,
daha önce aynı yerde Rus uçaklarının yaptığı sınır ihlalleri dile getirilip
ikaz edildiğinde bunu kale bile almamıştır. Şimdi hiç beklemediği bir ülke olan
Türkiye, Rus uçağını vurunca Putin çok büyük bir travma geçirmiştir. Zaten; ‘’Hiç
beklemediğimiz yerden darbe yedik. Sırtımızdan bıçaklandık.’’ demesi, belki de
bu sebeptendir.
Rus uçağı düşürüldü diye deli danalar gibi
bağıran Putin’e şimdiye kadar en uygun soru bir Rus profesör tarafından
sorulmuştur: ‘’Eğer Türkiye, Ukrayna devleti ile işbirliği yaparak uçaklarıyla
Ukrayna’daki ayrılıkçı Rusları bombalasaydı Rusya ne hissederdi?’’ Bence Putin’in,
önce başını iki elinin arasına alıp iyice düşünerek bu sorunun cevabını
vermeden, Türkmenleri bombaladığı
bölgede uçağının Türkiye tarafından neden düşürüldüğünü anlaması mümkün
değildir.
Saygılar
sunarım.
M.Ç.
3.12.2015.
Konu ile ilgili diğer bir yazımı okumak isterseniz:
Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan Gelişmeler.
Konu ile ilgili diğer bir yazımı okumak isterseniz:
Suriye İç Savaşı’nın Yapısal Sebepleri ve Ortaya Çıkan Gelişmeler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder