Savaş ile ilgili düşüncelerimi, akademik bir formatta değil de daha çok deneme tarzında burada anlatmaya çalışacağım. Metinde geçen hususlar tamamen benim şahsi düşüncelerim olup herhangi bir kurum veya kişiyi bağlamamaktadır. Yazımı okuyanların mutlaka konu hakkında farklı düşünceleri olacaktır. Bunları yorum olarak yazarlarsa memnun olurum.
Yazı toplam 14 bölümden oluşmaktadır. Okuyucuyu uzun metinle sıkmamak için bu bölümleri ayrı ayrı yayınlıyorum. Her bölümün sonunda diğer bölümlerin bağlantılarını da vereceğim. Konu hakkında daha iyi fikir sahibi olmak için diğer bölümleri de okumanızı tavsiye ederim.
Saygılar sunarım.
1.Savaş bir tercih
değil bir zorunluluktur. (The war is not a preference, İt is an inevitability.)
Dünyaya gelen her canlı; yaşamak, büyümek, üremek ve
gelişmek ister. Bu durum, canlıların doğasında vardır. Bunları yapabilmek için canlılar
enerjiye, yani, yiyeceğe ihtiyaç duyarlar. Canlılar esas olarak doğada var olan
mineralleri, diğer canlıları ve onların artıklarını yiyerek bu ihtiyaçlarını
karşılarlar. Canlılar diğer bazı canlı türlerini yiyerek hayatını devam
ettirirken aynı zamanda kendileri de bazı başka canlıların yemeği
konumundadırlar. Yani her canlı bir avcı ve aynı zamanda bir avdır. Mesela, sabah
erkenden kalkıp kahvaltı için bir fare arayan bir yılan aynı zamanda bir
kartalın kahvaltı mönüsündedir. Bu sebeple canlılar hem avlanmak ve hem de
avcısından korunmak zorundadır. Canlılar için hayat demek mücadele demektir ve
bu mücadele sürecinde her canlı yaşamak için hem kendini savunan hem de diğer
canlılara saldıran acımasız bir savaşçı olmak zorundadır.
Konu
hayatta kalmak olduğu zaman ilk olarak birini mideye indirmek yerine öncelikle
birilerinin midesine inmemeye çalışmak esastır. Bunun için de canlılar evrim
süreci içinde avcılarına karşı kendilerini korumak için bazı yetenekler ve
yöntemler geliştirmişlerdir. Bunlar genelde pasif ama bazen de bir takım aktif
tedbirleri gerektirir. Av olmamak için geliştirilen bu yetenekler ve alınan
tedbirler temelde savunma niteliklidir. Bu tedbirlere kısaca savunmacı yaklaşım
diyebiliriz.
Bu
yeteneklere örnek verecek olursak; bazı bitkiler ot oburlar tarafından
yenilmemek için sert odunsu gövdelere sahipken bazılarının kendilerini yiyecek
olanların ağzına ve diline batarak onlara zarar verecek dikenleri vardır. Bazı
bitkilerin yapraklarının ve meyvelerinin tadı acı veya zehirli iken bazıları da
her şeye rağmen genetik mirasını gelecek kuşaklara aktarabilmek için hem kök ve
dallarından, hem de meyvelerinin çekirdeklerinden çoğalabilmektedir.
Bu
durum bitkilerde olduğu gibi hayvanlarda da benzer şekilde yürümektedir. Mesela
bazı balıklar kumların içine gömülerek kendilerini gizleyebilirken, bazıları da
bulunduğu ortamda fark edilmemek için o ortamın renk ve şekillerine
bürünebilmektedir. Bazılarının ise; içine saklanabilecekleri sert kabukları
veya keskin dikenleri varken diğer bazılarının kuyruklarında ve vücutlarının
değişik yerlerinde bulunan, saldırganları sersemletecek veya öldürebilecek
zehirleri veya elektrik şoku verebilecek dikenleri gibi daha aktif savunma
sağlayan bazı sistemleri vardır.
Aynı
şeyler karada yaşayan hayvanlar için de geçerlidir. Kaplumbağanın onu koruyan
sert bir dış kabuğu varken kirpinin dikenleri, ineğin boynuzları vardır. Bazı
kara canlılarında bunların hiçbiri olmamasına rağmen onlar diğer hayvanlara
göre oldukça hızlı koşabilmekte ve avcılarından kaçarak kurtulabilmektedirler.
Canlılar
aynı şekilde yiyecek temini için bazı saldırı yetenekleri de geliştirmişlerdir.
Kartal ve şahin gibi bazı hayvanlar çok yükseklerde uçarken küçük hayvanların
hareketlerini görebilecek keskin bir görüş yeteneğine, çakallar leş kokusunu
kilometrelerce uzaktan alabilecek koku alma yeteneğine, diğer et oburlar
avlarını yakalayabilecek kadar hızlı koşma kabiliyetine, ayrıca onları öldürüp
parçalayabilecek keskin dişlere sahip olmuşlardır. Bunlara da taarruzi yaklaşım
diyelim.
Besin
zincirinde av veya avcı olma ikileminde zamanla bazı çeşitlenmeler ortaya
çıkmış ve beslenme alışkanlığına göre türler birbirinden ayrılmışlardır. Bazı
canlılar sadece bitkilerle beslenmeye (otobur), bazıları hayvanlarla beslenmeye
(etobur), ayı ve insan gibi bazıları da hem bitkiler ve hem de hayvanlarla
beslenmeye (hepobur) başlamışlardır. Hepobur canlılar genellikle hayvanlar
olmasına rağmen hepobur olan az sayıda bitki türü de vardır. Bitkilerin çoğu,
genellikle toprakta bulunan mineraller ile bitki ve hayvan ölüleri veya
artıklarının toprağa karışmasıyla oluşan besinlerle beslenmektedir.
Canlıların
yaşaması ve türlerinin devamlılığını sürdürmesinde temel unsur besin kaynakları
olduğundan tüm canlılar savunma ve saldırı sitemlerini beslendikleri veya
kendileriyle beslenen canlı türlerine göre geliştirmişlerdir. Canlılar
kendileri ile beslenen diğer canlılara karşı savunma sistemlerini ve
kendilerinin beslendikleri canlılara karşı saldırı sistemlerini evrim süreci
içinde sürekli olarak geliştirmeye devam etmiş ve başarılı olan türler günümüze
kadar gelebilmiş, tekamül sürecinde yetersiz kalan türler ise yok olup
gitmişlerdir. Bugün yaşayan tüm canlılar bu tekamül sürecine halen aralıksız olarak
devam etmektedir.
Bu
av ve avcı olma süreci, basit ve müstakil yaşayan canlılarda bireysel bazda
devam ederken gelişmiş canlı türlerinin ortaya çıkmasıyla birlikte bazı canlılar
topluluklar halinde yaşamaya başlamışlar ve bu topluluklar mücadele
yöntemlerini karşılıklı iş bölümü veya işbirliği içinde kolektif bir şekilde
yürütmüşlerdir.
Türdeş
canlılar, topluluklar halinde yaşamaya başladıkça avlanma ve avcıya karşı
savunma da daha sistemli ve kolektif bir şekilde icra edilir hale gelmiştir.
Bazı canlı türleri sınırlı sayıda bireylerden oluşan aile toplulukları halinde
yaşamaya devam ederken bazı türler ise zamanla sayıları milyonlara varan
topluluklar oluşturmuşlardır. Topluluk halinde yaşama sürecinde en büyük
başarıyı insanoğlu göstermiş olsa da başka bazı canlı türleri de oldukça düzenli
işleyen ve belirli bir sistem kurmayı başarabilen topluluklar oluşturabilmişlerdir.
Bu toplulukların gelişimi, beslenmeyi ve savunmayı belli bir iş bölümü içinde kolektif
bir şekilde icra edilir hale getirmiştir. Böylece toplu yaşama alışkanlığı kazanan,
başta insanoğlu olmak üzere, karıncalar ve arılar gibi bazı topluluklar oldukça
gelişmiş ve aksaksız işleyen bir sosyal düzen kurabilmişlerdir.
Kurulan
sosyal düzen ve geliştirilen yaşam tarzına göre bu topluluklarda ihtisaslaşma
ve sınıflaşma, yani ayrı işlevleri yerine getiren meslek grupları oluşmuştur.
Mesela bal arısı kolonileri; kovanı yöneten, sistemin merkezi gücünü
oluşturan (aynı zamanda klanın devamlılığını sağlayacak yeni nesillerin
yetiştirilmesi için yumurtlayan) bir kraliçe arı, kovanın gıda ihtiyacını
karşılayan bir üretici/işçi arı sınıfı ve kovanı, ona sahip olmak isteyebilecek
ya da kovan mensupları veya gıda stoklarını yemek için saldırabilecek başka
türlere karşı savunma yapan bir asker arı sınıfı oluşturmuşlardır.
Bu
sınıflaşma ve ihtisaslaşma bir yuva veya kovanda kalmayan fakat uygun yaşam imkânı
sağlayan bir bölgede yaşayan maymun türleri gibi canlılarda da, en güçlünün
lider olduğu ve bölgelerine girebilecek hem yabancı, hem de aynı türden
canlıları uzaklaştırmaya çalışan sürünün tüm yetişkinlerinden oluşan bir asker
sınıfı oluşmuştur.
Burada
dikkat çekici olan, topluluklar halinde yaşayan canlıların birbirlerinden
oldukça farklı sosyal sistemler kurmuş olmalarıdır. Buna, esas olarak bu canlı
türlerinin evrim sürecinde edindikleri fiziksel özellikler ile üretim ve üreme
ilişkilerinde ortaya çıkan farklılıklar sebep olmuş olmalıdır. Sınırlanmış bir alan
olan kovanda yaşayan ve üreme, savunma, üretme gibi yeteneklere sahip olanların
daha doğuştan belli olduğu arı kolonilerinde daha kesin ve katı bir sınıflaşma
varken, daha geniş ve sınırları kesin olarak belli olmayan bir alanda yaşayan
ve erkek veya dişi olmaktan başka doğuştan gelen hiçbir ayırt edici özelliğin
olmadığı maymun topluluklarında katı bir hiyerarşi ve sınıfsal yapı
oluşmamıştır. Bu tür topluluklarda lider en güçlü olan ve bunu uygulamalı
olarak diğerlerine ispatlayan birey olurken belli bir ürün üretilmediğinden ve
yaşadıkları alanda bulunan gıdalarla beslendiklerinden işbölümü de daha az
gelişmiştir. Bu sınıfsız ve üretim-tüketim
açısından bağımsız hareket eden grupta ortak olan tek konu savunma ve saldırı
olduğundan bunlar arıların aksine adeta asker toplumlar olarak yaşamaktadırlar.
Topluluklar
halinde yaşayan bu canlı grupları önceleri, sayıları çok az olduğundan, sadece
doğal düşmanlarına karşı mücadele ederlerken benzer toplulukların sayısı ve bu
toplulukların nüfusları arttıkça yaşam alanları da daralmış ve artık
birbirlerine daha yakın ve sınırları daha belirsiz olarak çoğu zaman
birbirlerine karışmış halde yaşamaya başlamışlardır. Bu durum önceki savunma ve
saldırı alışkanlıklarını değiştirmiş, tehdit kaynaklarını artırmış ve mevcut
tehdidi büyütmüştür. Bu ise belli bir noktadan sonra bu grupların hemcinsleri
ile de yaşam alanları ve kaynaklar için mücadele etmesini zorunlu hale
getirmiştir. Bunun bir sonucu olarak, artık aynı türlerden farklı topluluklar
arasında da amansız bir mücadele yaşanmaya başlanmıştır.
Buna
örnek verecek olursak; bazı kovanı olmayan arı topluluklarının, kraliçesi
çeşitli sebeplerle ölmüş olduğundan başsız kalmış veya yine değişik sebeplerle
nüfusları azalmış kovanlara saldırarak buraları ele geçirdikleri görülmektedir.
Afrika’da yapılan bazı gözlemlerde, nüfusları artmış olan ve artık yaşam
alanları ve besin kaynakları kendilerine yetersiz gelmeye başlayan maymun
sürülerinin, sürü lideri yönetiminde, belli bir saldırı planı ve stratejisi
uygulayarak, göz koydukları komşu alanlarda yaşayan maymun sürülerine baskın
şeklinde saldırarak onları öldürdükleri veya kaçmak zorunda bıraktıkları, ondan
sonra da yendikleri sürünün yaşam alanını işgal ederek kendi yaşam alanlarının
sınırlarını genişlettikleri görülmüştür.
Bunlardan
da anlaşıldığı gibi her canlı türü, yaşamak, çoğalmak ve kendi genlerini
gelecek kuşaklara aktarabilmek için gerek bireysel, gerekse topluluk halinde;
kendi düşmanları olan türlere karşı savunma veya saldırılar yapmakta, nüfus
artışı ve kaynakların yetersiz olması gibi durumlarda saldırılarını kendi
cinslerinden olan topluluklara da yöneltebilmektedir. Bunda başarılı olanlar
savaşı kazanmakta ve türlerini devam ettirmekte başarısız olanlar ise ya diğer
bölgelere göç etmekte veya yok olmaktadırlar.
Aynı şey gıda bulmak ve bu maksatla mücadele etmek
için de geçerlidir. Bu konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım. Farz edelim ki
bir belgesel kanalında Afrika’daki doğal yaşamı anlatan bir belgesel
seyrediyoruz. Bu kanalda gösterilen belgesellerin çoğunda olduğu gibi bu
programda da, yaz ortasında, artık neredeyse tamamen kurumuş olan sarı otlar
arasında başlayan görüntüde, yavaş yavaş, nispeten küçük bir su birikintisinin
kenarında henüz yeşilliklerini koruyan otlarla dolu bir düzlükte bir ceylan
sürüsünün otladığı görülmektedir. Canlı ve sulu bitkileri, onların
yapraklarının arkalarına sığınmış birçok parazit, böcek, sinek gibi küçük
hayvanlarla beraber koparıp ağızlarında parçalayan ceylanlar karınlarını
doyurmaktadırlar.
Bu
görüntüyü hiç birimiz yadırgamayız. Ceylanlar ot oburdurlar ve doğalarında
olduğu gibi otlarla beslenmektedirler. Bir parçalarını veya tamamını yedikleri
bitkileri yemeleri kadar doğal bir şey olamaz. O bitkilerin üzerindeki küçük
hayvanları fark edemediklerinden onları da midelerine götürmeleri çok
yadırganacak bir durum değildir. Otları katleden ceylanların yaptığında iğrenç
veya kötü bir şey yoktur. Yaşamak için beslenmek zorundadırlar. Ve onlar da
doğalarına uygun olanı yapmaktadırlar.
Fakat
kamera ceylan sürüsünün değişik açılardan görüntülerini verdikçe bu sürünün bir
yandan da otlamakla hiç ilgisi olmayan bazı davranışlar içinde olduğu fark
edilir. Ceylan sürüsü dairevi bir şekil almış ve bir yandan otlarken diğer
yandan da başka ot oburların kendi otladıkları verimli meraya girmesini
engellemeye çalışmaktadır. Sürünün lider takımı, genellikle de erkekler
boynuzlarını göstererek, bazı vücut hareketleri ve mimiklerle diğer ot oburlara
bu otlağın kendilerine ait olduğunu ve otlak için mücadele edeceklerini göstermekte,
onları güç gösterileriyle tehdit ederek kaçırmaya çalışmaktadır. Hatta kendi
sürülerinden olmayan bazı ceylanlar veya başka türlerden ot oburlar otlağa
girmeye çalışınca boynuzlarını kullanarak onlara saldırmaktadır. Öte yandan
karnını doyuran bazı erkek ceylanlar sürünün içindeki diğer ceylanlarla sürü
liderliği ve dişileri döllemek için mücadeleye başlarlar. Her erkek sürünün
geleceğini oluşturacak nesillerin kendi genlerini taşıması için bazen ölümcül
olabilecek bir mücadeleye girişir.
Bu
durumu da pek yadırgamayız. Çünkü ot miktarı sınırlıdır ve eğer bu otlağı diğer
ot oburlarla paylaşırlarsa yetersiz beslenme yüzünden kendi sürülerindeki zayıf
bazı ceylanlar ve yavrular ölecektir. Kendi yakınlarının yaşamı için
diğerlerine meydan okumaları çok doğal bir davranış biçimidir. Sürü içindeki
erkeklerin birbirleriyle olan mücadelesi de, bundan güdülen amaç göz önüne
alındığında çok normal görünür.
Derken
kamera civarda dolaşarak sürünün yakın çevresinden görüntüler vermeye başlar.
Birdenbire çalılar arasında gizlenmiş bir erkek ve bir dişi aslan ile
yanlarında kısa süre önce doğmuş yavruları görünür. Aslanlar uzun süredir et yiyemediklerinden
zayıflamışlardır. Uzun süredir aç olduğu için yeterince süt veremeyen dişi
aslan yavrularını emziremediğinden, yavrular da bitkin durumdadır. Eğer yeterli
besin alamazlarsa yakında ölmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Bu ölüm kalım
anında yetişkin aslanların önlerinde büyük bir fırsat vardır. Ceylan sürüsünden
en az bir ceylanı öldürüp beslenebilirlerse hem kendileri hem de yavruları
yaşamak için yeni bir şansa sahip olacaktır.
Anne
ve baba aslanlar tüm avcılık deneyimlerini kullanarak en uygun istikametten,
otlar arasına gizlenerek, sessizce ceylan sürüsüne doğru yaklaşmaya başlarlar.
Gözlerine sürüde yakalayabilecekleri birer ceylanı kestirirler. Uygun mesafeye
geldiklerinde bir ok gibi yerlerinden fırlayarak son güçleriyle hedeflerine
doğru koşmaya başlarlar. Artık bir ölüm kalım savaşı başlamıştır. Sadece kaçan
ceylanlar için değil, kovalayan aslanlar için de bir ölüm kalım savaşıdır bu.
Aslanlar daha hızlı koşar da en az bir ceylanı yakalarlarsa bu günkü
yiyeceklerini bulan aslan ailesi yaşayacak, ceylanlar daha hızlı koşarlarsa da ceylanlar
yaşamaya devam edeceklerdir.
Bu
belgesellerde aslanlardan en az biri çoğunlukla avını yakalar. Şimdi bu durumda
ne olduğunu hayal edelim. Diğer aslan ve aslan yavruları ölü ceylanın yanına
gelirler. Dişleriyle ceylanı parçalayarak yemeye başlarlar. Bir yandan da
etrafı gözetler ve ara sıra biraz uzağa giderek etrafta başka et obur olup
olmadığını kontrol ederler. Tehlike sadece başka et oburların gelip avlarını
çalmaları veya ortak olmak istemeleri değildir. Diğer et oburlar, yavruları için
de tehlikelidir. Çünkü onlar da en az ceylanlar kadar savunmasız ve diğer et oburlar
için en az ceylanlar kadar lezzetli birer yiyecektir.
Bu
aşamada çoğumuzun içinde biraz da olsa bir acıma duygusu oluşur. Biraz önce
otları ve onlarla beraber küçük böcekleri ceylanların yemesi bizi hiç rahatsız etmezken şimdi kendi boyutlarımıza daha yakın ve bizim gibi fiziksel
saldırılarda kullanılacak hiçbir organı bulunmaya bir ceylanın öldürülmesine istem
dışı olarak üzülürüz. Bu üzüntü; belki kültürümüzde ceylanın bir masumiyet
simgesi gibi görünmesinden, belki kendimizi bilinçsiz bir şekilde ceylanlarla
özdeşleştirdiğimizden, belki çok eski çağlarda bizim atalarımızın da böyle
yırtıcılar tarafından öldürülerek yendiğini genetik aktarım vasıtasıyla
bilinçsiz bir şekilde hatırladığımızdan veya belki de sadece kan gördüğümüzden
ve kanın bize ölümü hatırlatmasından ama kesin olan bir şey varsa mantığımızdan
değil duygularımızdan kaynaklanan bir durumdur. Hâlbuki biraz mantıklı
düşününce şartların eşit olduğu görülür. Kim hızlı koşarsa o yaşayacak diğeri
ölecektir. Bu sefer aslan daha hızlı koşmuş ve ceylan ölmüştür. Belki de bir dahaki sefere bir başka ceylan sürüsü daha hızlı koşacak ve aslanlardan biri
veya daha fazlası açlıktan ölecektir. Yani aslan kovalarken ne kadar vahşi ve
saldırgansa, ceylan da kaçarken en az o kadar saldırgan ve ölümcüldür. İkisinin
de yaptığında bir anormallik yoktur. İkisi de diğerinin hayatı pahasına kendi
hayatı için mücadele etmektedir.
Fakat belgeselde henüz her şey bitmiş değildir. Aynı
ceylan sürüsünü gözetleyen başka aslanlar ve farklı türlerden başka et oburlar
da vardır. Bu iki aslan onlardan erken saldırınca ceylan sürüsü kaçmış ve onlar
herhangi bir ceylan avlayamamışlardır. Onlar da en az yakaladıkları ceylanı
yemekle meşgul olan aslan ailesi kadar açtırlar. Önce diğer aslanlar ardından
da çakallar, sırtlanlar ve hatta akbabalar ve kuzgunlar ölü ceylana doğru
yaklaşırlar.
Aslan
ailesi onlar yaklaşana kadar birkaç lokma daha yerler ve yavrularını tehlikeye
atmamak için fazla mücadele etmeden ceylandan kalanları terk ederek oradan
uzaklaşırlar. Artık sırtlanlarla, ceylandan kalanları yemeye gelen diğer
aslanlar arasında bir mücadele başlamıştır. Konuyu daha fazla uzatmaya gerek
yok. Bu döngü bu şekilde devam edip gider.
Burada
anlatmaya çalıştığımız doğada tüm canlıların hayatta kalmak için her gün
durmadan mücadele ettiği ve savaştığıdır. Canlılar her gün yaşam mücadelesi
için savaşırlar, öldürürler veya ölürler. İnsan da doğanın bir parçasıdır. Bu
sebeple diğer canlılarla aynı şartlara bağımlıdır. Yani her canlı gibi insanlar
da hayatta kaldıkları her gün için bazı başka canlıların ve hatta bazen de
hemcinslerinin ölümünden sorumludur.
Bu
şekilde düşününce şunun açık olduğu görülür ki hiçbir canlı (bazı seri
katiller, psikopatlar, cinnet geçirenler vb. hariç) sadece öldürmek için
öldürmez veya öldürmekten zevk almaz. Konu sadece hayatta kalma meselesidir.
Dolayısıyla, yaşamak için savaşmak ve ölmemek için öldürmek zorunlu olduğu
durumlarda savaşmak hiç yanlış bir şey değildir. Yanlış olmadığı için kötü bir
şey de değildir. Bu durum ahlaki veya dini bir konu da değildir. Çünkü savaşmak
insanın isteyerek yaptığı bir tercih değildir. Doğaldır ve saf bir
zorunluluktan, yaşamaya devam etme içgüdüsünden kaynaklanmaktadır.
Bu
gün insanoğlu büyük oranda doğadan kopmuştur. Köylerde, kasabalarda ve
şehirlerde, doğadan kısmen yalıtılmış yapay ortamlarda yaşamaktadır. Bu sebeple
diğer canlılarla doğrudan karşı karşıya gelme ve mücadele etme olasılığı
azalmıştır. Genelde, insanoğlu diğer canlılarla olan mücadelede oldukça ileri
gitmiş ve artık diğer canlılar büyük oranda insanoğluna doğrudan tehdit
oluşturabilme yeteneklerini kaybetmişlerdir. Ancak başta Güney Amerika, Afrika
ve Güneydoğu Asya olmak üzere, az da olsa çok eski dönemlerdeki gibi doğayla iç
içe yaşayan ilkel kabileler ile yine dünyanın değişik bölgelerinde, bu
kabileler kadar olmasa da, hala doğadan tamamen kopmamış göçebe ve yarı göçebe
kabileler vardır. Fakat bu kabileler de, artık doğadaki diğer canlıların köklü
bir mücadeleye giremeyeceği kadar gelişmiş silah, araç, gereç ve yeteneklere
sahiptirler. Denilebilir ki insanoğlu diğer tüm canlı türlerine karşı büyük bir
üstünlük sağlamıştır.
Bu
üstünlük sadece karşılıklı gelişmişlik oranları ile de sınırlı değildir.
İnsanoğlu diğer canlılara istediği gibi davranabilmekte ve onları büyük oranda
kontrol edebilmektedir. Dünyanın çoğu bölgesinde diğer canlıların yaşam
alanları insanoğlu tarafından kontrol altına alınmış, birçok bitki ve hayvan
türü evcilleştirilerek insanoğlunun yaşamının devamı için kullanılan unsurlar
haline getirilmiş, hatta birçok canlı türü insanlar tarafından ihtiyaçlara göre
kontrollü bir şekilde üretilmekte ve tüketilmektedir.
Ancak
insan nüfusu çok fazla artmış, buna paralel olarak insanoğlu geliştikçe
ihtiyaçlar da artmış ve çeşitlenmiştir. Buna karşılık kaynaklar aynı şekilde
bir artış göstermemiştir. Özellikle enerji ve hammadde kaynakları dünyanın bazı
bölgelerinde toplanmış ve sınırlı miktarda olduğundan şimdi mücadele bu
kaynakları elde etme yolunda yapılmaktadır. Artık insanların diğer canlılarla olan
mücadelesi önemini kaybetmiş ama birbirleriyle olan mücadelesinin önemi artmış,
boyutları ve çeşitliliği zenginleşmiştir. Bu sebeple insanlar ve onların
oluşturduğu kurumlar arasında çatışmalar ve savaşlar uzun süredir birinci
öncelikli mesele haline gelmiştir. Bu savaşlar eski klasik silahlı mücadele
boyutundan insanlarla insanlar, insanlarla şirketler, şirketlerle diğer
şirketler, cemaatler, tarikatlar, siyasi partiler ve oluşumlar arasında da
oldukça kızışmış ve klasik anlamdaki devletlerle devletler arasındaki savaş artık
şekil değiştirerek topyekûn bir hal almıştır.
Bu
gelişmelerin sonucu olarak savaşların doğası da değişmiştir. Önceden iki kişi,
grup, ordu veya devlet arasında yapılan klasik savaşların yanında siber savaş,
ekonomik savaş, kültürel savaş, demografik savaş ve psikolojik savaş gibi bir
çok yeni savaş türleri ortaya çıkarak savaş çeşitleri çoğalmış ve savaş
araçlarının boyutu ve cinsleri de oldukça karmaşıklaşmıştır.
Ancak
bu durum bizi bir yanılgıya sürüklememelidir. Çünkü savaşın boyutu, çeşitleri
ve yöntemleri ne kadar değişirse değişsin savaşa sebep olan motivasyonlar hala
en ilkel dönemlerdeki ile aynıdır: Yaşamak, güçlenmek, büyümek, çoğalmak vb.
Yöntemler değişip çeşitlense de motivasyonlar değişmediğinden savaş halen
kaçınılmaz bir yöntem ve zorunluluk olmaya devam etmektedir. Bunun için her
ülke güçlü bir orduya sahip olmaya çalışmakta, barış söylemlerindeki artışa
rağmen ordular küçülmemekte, aksine büyümekte ve askeri harcamalar gün geçtikçe
daha da artmaktadır.
Fakat
günümüzde yaşayan modern insan toplumlularında, geçmişte de ara sıra örnekleri
görülen, barış sevdalısı idealistlerin savaş karşıtı değişik söylemler
geliştirdikleri ve bu söylemlerin üzerinde pek te fazla düşünülmeden geniş
kitleler tarafından sempatiyle karşılandığı görülmektedir. Hatta savaşın
kötülüklerinden, savaşlara son verilerek barış içinde bir arada yaşamaktan
bahsedilerek değişik örgütler sivil örgütler kurulmakta, devlet adamları
dillerinden barış ve kardeşliği düşürmemekte ve savaştan bahsedenleri şeytan
görmüş gibi kınamaktadırlar. Hatta dünya barışı için önce Milletler Cemiyeti ve
2. Dünya Savaşı’ndan sonra da Birleşmiş Milletler gibi örgütler kurulmuştur.
Ama
bunların hiçbirinin herhangi bir başarı sağlamadığı ortadadır. Milletler
Cemiyeti’nin hiçbir işe yaramadığı 2. Dünya Savaşı’nın çıkmasından, Birleşmiş
Milletler Teşkilatı’nın hiçbir işe yaramadığı ise gerek soğuk savaş döneminde
gerekse bu dönemden sonra dünyanın her yerinde yaşanan küçük ve orta ölçekte
ama oldukça yaygın ve kesintisiz savaş ve çatışmalardan da kolayca
anlaşılmaktadır. Bu savaş ve bölgesel çatışmalar, çeşitli yerlerde ve çeşitli
görünümler altında günümüzde de tüm şiddetiyle devam etmektedir. Aklı başında
çoğu insan bu savaş ve çatışmaların öngörülür bir gelecekte sona erebileceğini
de düşünmemektedirler.
Bu
düşünceye ben de katılıyorum. Savaşların hiçbir zaman ortadan
kaldırılamayacağına inanıyorum. Çünkü şimdiye kadar anlattığımız konulardan da
anlaşılabileceği gibi bana göre ‘’savaş bir zorunluluktur.’’ Savaş ne bir
çılgınlık, ne bir vahşilik, ne bir psikolojik bozukluk ve ne de bir cinnet
durumudur. Gerçi savaşlarda çılgın insanlar, psikolojisi bozuk insanlar ve
genel bir cinnet hali yaşayan bazı insanlar görülebilir. Savaşanların bir kısmı
veya bazen tamamına yakını çılgın, deli veya bir cinnet halinde olabilirler.
Ama bu bizi asla yanıltmamalıdır. Bunların savaşla doğrudan bir ilgisi yoktur.
Bu insanların çoğu barış halinde de aynı duyguları yaşamaktadırlar. Toplumlarda
barış zamanında da birçok cinayet ve şiddet olayları yaşanmaktadır. Doğal
olarak şiddetin yasaklanmadığı, aksine teşvik edildiği savaş ortamında bu insanların
şiddet eğilimleri daha da artarak çevrelerini de etkilemeleriyle bu davranışlar
zaman zaman yaygın bir hal alabilmektedir.
Tarihte
savaşmayan toplumlar ya katledilerek yok olmuşlar, ya savaşan toplumların
içinde asimile olmuşlar veya o toplumlara köle olmuşlardır. Zaten kölelik
kurumu da canının bağışlanması karşılığında özgürlüğünden vazgeçme eğiliminde
olan insanlar sayesinde ortaya çıkmış ve kurumsallaşmıştır. Bunun gelecekte
farklı olacağına dair hiç kimsenin verebileceği bir garanti de yoktur. Biraz
acı verici, biraz tehlikeli ve biraz da pis bir iş olsa da; yaşamak, güçlenmek
ve varlığını geleceğe taşımak isteyen toplumlar her zaman savaşı bir seçenek
olarak göz önünde bulundurmalıdır. Var olmak isteyen hiçbir toplum savaşmaktan
vazgeçemez. Savaşmaktan vazgeçenler yaşamaktan da vazgeçmiş demektir. Bu da
sadece insanlar için değil, en ilkel tek hücreli canlılar için bile mümkün
değildir. Çünkü her canlı yaşamak, bu yaşamı gelecek kuşaklara aktarmak ve buna
kıyamete kadar devam etmek üzere yaratılmıştır. Biz savaşmaktan vazgeçsek bile
diğerleri vazgeçmeyecektir. Bu durum da eninde sonunda bizim sonumuzu
getirecektir. Peki, neden biz yok olalım?
Tüm
bu anlatmaya çalıştığımız şeylerden sonra, sonuç olarak diyebiliriz ki; savaş
başlangıçtan beri var olan, gelecekte de var olacak olan doğal bir eylem
biçimidir. Bu sebeple ciddi bir şekilde üzerinde düşünülmeli ve gerekli
olduğunda savaştan kaçınılmamalıdır. Görünen o ki, bu gün olduğu gibi gelecekte
de savaşlar devam edeceği için her ülkenin bir ordusu olmaya devam edecektir. Bu
durumda üzerinde düşünülmesi gereken şey, ülkelerin nasıl bir orduya sahip
olması gerektiğidir. Nasıl derken kastettiğimiz; ordunun büyüklüğü ne kadar
olmalıdır, silahlanma, teçhizatlanma ve güvenlik stratejileri nasıl olmalıdır
gibi konulardır.
Bu konuyu açıklayabilmek
için orduların insanlık tarihi boyunca genel olarak nasıl ortaya çıktığı ve
nasıl bir gelişim süreci geçirdiğine kısaca bakmakta fayda olduğu
değerlendirilmektedir. Bundan sonraki bölümlerde orduların ortaya çıkış süreci
ortaya konulacak ve nihayetinde ulaştığımız sonuçları belirteceğiz.
30.12.2015. M.ÇANLI
Konunun devamı için bağlantılar:
1. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/savas-bir-tercih-degil-bir.html
2. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/insanoglunun-ortaya-cks-ve-silah.html
3. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/insan-topluluklarnn-cogalmas-ve.html
4. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/tarm-toplumlarnn-ortaya-cks-ve-ordularn.html
5.http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/farkl-cografyalara-goc-ve-bu-bolgelerde.html
6. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/cografyann-savas-ve-askerlik-uzerindeki.html
7. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/ortadogu-ve-anadoludaki-tarm.html
8. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/daglk-bolgelerde-yasayan-tolumlarda.html
9. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/steplerde-yasayan-gocebe-topluluklarda.html
10. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/tecrit-edilmis-buyuk-bolgelerde.html
11. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/dsa-ksmen-ack-buyuk-bolgelerde-ordularn.html
12. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/denizci-uluslarda-ordularn-olusumu-ve.html
13. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/diger-bolgelerde-ordularn-olusumu-ve.html
14. http://sisteorileri.blogspot.com/2015/12/sonuclar-results.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder