NATO ve AB ile ilişkiler.
Soğuk Savaş’ın
ardından Türkiye’nin üç komşu bölgesinde de çatışma ve savaş ortaya çıkmış,
Avrupa Birliği ülkeleri ise Doğu Avrupa’dan kaynaklanan tehdit ortadan kalktığı
için büyük bir rahatlama içindeydiler. Bunun bir neticesi olarak Avrupa
ülkeleri askeri harcamalarını azaltmaya ve Varşova Paktı’nın dağılması
sebebiyle, NATO’nun varlığını sorgulamaya başladılar.[1]
Fakat yeni dönemde dünyanın birçok yerinde yerel ve bölgesel çatışmalar kendini
göstermeye başlayınca NATO’nun bu çatışmalara müdahalesi gündeme geldi. Artık
büyük Sovyet tümenleri tehdidi ortadan kalktığı ve öngörülen yeni görevler de
daha çok barışı koruma ve barışı destekleme harekâtı gibi görevler olduğu için bu
durum NATO birliklerinin teşkilat yapılarında değişiklikleri de beraberinde
getirdi. NATO ülkelerinde, tümen ve alaylara dayalı hantal teşkilatlar yerine istenilen
yere daha hızlı taşınabilen tugay teşkilatına gidilmeye başlandı.
Türk Silahlı
Kuvvetleri de bu eğilime ayak uydurdu. 1992-1993 yıllarında tümenlerin büyük
çoğunluğu lağıv edilerek tugay teşkilatına geçildi. Ordu sayısı ve bunlara
bağlı kolordu sayısı değişmemekle birlikte tümenlerin yerine daha küçük bir
askeri birim olan tugaylar kurulunca Silahlı Kuvvetler kısmen de olsa küçülmüş
oldu. Bu en çok, daha önce Varşova Paktı’nın doğrudan bir saldırısı beklenen
Marmara Bölgesi’nde etkili oldu ve bu bölgedeki birlik ve personel sayısında büyük
bir azalma meydana geldi. Bu durum; diğer ordularda da benzer bir sonuç
yaratmakla birlikte, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da devam eden yoğun iç güvenlik
faaliyeti sebebiyle, ordunun toplam asker sayısında beklendiği gibi bir azalma
yaratmadı.
Türk Ordusu’nda
yapısal değişim doktrin ve görev tanımlarında da bazı değişimlere sebep oldu.
Ana talimnameler hem yeni doktrinlere ve hem de yeni yapılanmaya göre değişime
uğradı. Bu talimnamelerde TSK’nın görevleri arasına barışı koruma, sivil halka
yardım, barışı destekleme gibi yeni görevler eklendi. Öte yandan Türkiye, bu
dönemde ortaya çıkan bazı gelişmeler sebebiyle, NATO ve AB savunma politikaları
konusunda endişelenmeye başladı. Körfez Krizi esnasında Almanya’nın, Irak’tan
Türkiye’ye yapılacak bir füze saldırısını NATO’ya yapılmış bir saldırı olarak
görmeye karşı çıkması Türkiye’nin kendisine gelecek bir tehdide karşı Batı’ya güvenemeyeceğini
ortaya çıkarmıştı.[2] Buna
ilaveten, AB’nin kendi savunma örgütünü kurma girişimleri Türkiye’yi,
kendisinin Batı’dan dışlanacağı endişesine sevk etti.
Türkiye, Avrupa
güvenliği konusundaki görüşlerini daha 1991 Roma Zirvesi’nde açıklamıştı. Buna
göre; Avrupa güvenliğinin bütünlüğüne zarar verilmemeli, Avrupa güvenliğinin
temel organları olan NATO, AB ve Avrupa Konseyi bölgesel istikrarsızlıklara
karşı birlikte hareket etmeli, Avrupa güvenliğinin Atlantik bağlantısı
sürdürülmeli, AB, NATO’dan uzaklaşarak kendi savunma örgütünü kurmamalıydı.[3]
Ancak, daha Soğuk Savaş tam olarak sona ermeden Avrupalılar kendi
savunmalarında daha fazla söz sahibi olmak ve ABD hâkimiyetinden kurtulmak için
bir takım girişimlere başlamıştı. Bu konuda Soğuk Savaş sonrasındaki ilk somut
girişim ise, Batı Avrupa Birliği (BAB)’ni savunma organı olarak güçlendirmek oldu.
BAB Konseyi 1992’de ilan ettiği Petersburg Deklarasyonu ile de 50.000 kişilik
BAB savunma gücünün oluşturulacağını ilan etti.[4]
Türkiye, bu yeni yapının NATO imkânlarını kullanmasına ve NATO’dan bağımsız bir
güç olarak etkinlik göstermesine, kendisi bu yapının karar mekanizmasında
olmadığı için, karşı çıktı.[5]
Bu yıllarda tüm
dünyada yeni bir düzen arayışı içine girilmişti. ABD’de ortaya atılan yeni
fikirler Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da yeni yönelişlere sebep olmaya
başladı. Bu görüşlerden en önemlisi 1992 yılında, Francis Fukuyama’nın, ‘’tarihin
sonunun geldiğini’’ ilan eden kitabıydı.[6]
Bu kitap ABD’nin tek süper güç olarak kendini konumlandırmaya çalışmasının bir
işaretiydi. Bu gelişmeler karşısında, yavaş yavaş Batı’dan dışlanmaya başlayan
Türkiye, parçalanmış ve çatışmalı durumu sebebiyle İslam dünyasına da
yakınlaşamayınca yönünü tamamen Türk dünyasına döndü. Bu kapsamda 1991-92
yıllarında Türk cumhuriyetleri ile bağlarını güçlendirmeye çalıştı. Türkiye’nin
Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelmesini sağlayan diğer bir etken de; İran ve Suudi
Arabistan’ın bu bölgelerde etkinlik kurma ve radikal dini grupları destekleme
çabalarının yoğunlaşmasıydı. Ayrıca Türkiye, Asya’da kurulan yeni Türk
devletlerinde Rus etkisini sınırlamaya çalışıyordu.[7]
Türkiye aynı
zamanda, NATO’dan kopmamak ve ortaya çıkan çatışma ve krizlerde daha etkin
olarak askeri önemini göstermek için, BM tarafından düzenlenen birçok barış
operasyonuna birlik görevlendiriyordu. Bu kapsamda, 2 Ocak 1993-22 Şubat 1994
tarihleri arasında Somali’deki Ümit Operasyonu (UNOSOM)’na 300 kişilik bir
mekanize birlikle katıldı ve bir süre bu barış gücünün komutanlığını da üstlendi.[8]
Böylece TSK, 1995-1996 sonrasında, yeni döneme uyum kapsamında, kendini bir
barış gücü ordusu olarak konumlandırmaya başladı. Bunun sonucunda birçok ülkede
görev yapması, TSK’ya önemli bir profil kazandırdı.[9]
Bu sırada Samuel P.
Huntington tarafından 1996 yılında yayımlanan ‘’Medeniyetler Çatışması ve Dünya
Düzeninin Yeniden Kurulması’’ isimli bir kitap tüm dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de yeni tartışmalara sebep oldu.[10]
Bu yazara göre Soğuk Savaş sonrasında en tehlikeli çatışmalar medeniyetler
arasındaki fay çizgilerinde yer almaktaydı. Huntington, buna dayanarak, yeni
savaşların farklı dinler ve kültürler arası mücadelelerden çıkacağını iddia
ettiğinden, Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin, Batı ve ABD nezdinde, geleceğe
dair hazırlanan yeni senaryolarda, batıdan dışlanacağı endişesi daha da artmaya
başladı. [11]
Bu gelişmelerin
ardından Türkiye, NATO’dan bağımsız yeni strateji arayışlarına girdi. Zaten bir
süredir Türkiye, kendi güvenlik çıkarlarını tanımlarken açık seçik bölgesel
terimler kullanmaya başlamıştı. [12]
Çünkü Soğuk Savaş sonrasında yaşanan gelişmelerde Türkiye, eski müttefikleri
olan Avrupa ülkeleri ile bazı temel konularda çekişme ve rekabet içine girmişti.
Bu yıllarda AB ülkeleri Türkiye’nin terörle mücadelesi konusunda eleştirilere
başlamış ve hatta silah satışını bile bunların PKK’ya karşı kullanılmaması
şartına bağlamışlardı.
Bu durum karşısında
Türkiye, kendi temel silahlarını kendi yapma yönünde bir anlayış geliştirdi. Bu
kapsamda Almanya’nın satmak için şartlar ileri sürdüğü kundağı motorlu topları
kendisi üretti ve bu başarı gelecekte bu yönde ilerlemeye devam edilmesi için
cesaret verdi. Bunun bir uzantısı olarak Türkiye savunma stratejilerinde ve
planlarında da değişiklikler yapmaya başladı. Bu kapsamda TSK, 1997’de;
stratejik savunma ve kolektif güvenlik prensiplerine ileriden savunma ve kriz
yönetimine askeri katkı boyutlarını da ekledi. Bundan sonra, Suriye’ye karşı
yürütülen kriz yönetimi, Kardak Krizi ve Kıbrıs’a S 300 füzeleri
yerleştirilmesi krizinde uygulanan kriz yönetimi Batı’ya rağmen gerçekleştirildi.[13]
AB’nin NATO’dan
ayrı bir güvenlik yapısı oluşturmaya çalışması ve Türkiye’yi de Avrupa savunma
yapısından dışlamaya başlaması, Türkiye’yi uluslararası alanda bazı tedbirler
almaya zorladı. Türkiye, Nisan 1999’da NATO Washington zirvesinde Avrupalıların
Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) önerisini veto etti. Bunun üzerine
Avrupa Konseyi, Haziran 2000’de, Feira zirvesinde; askeri bir operasyonda AB, NATO’nun
imkânlarını kullanma kararı alırsa Türkiye gibi AB üyesi olmayan ülkelerin de
operasyona katılabileceğini açıklayarak Türkiye’nin itirazlarını aşmaya
çalıştı.
Temmuz 2000’de
yapılan NATO Bürüksel Zirvesi’nde AB’nin, gerçekleştireceği askeri
operasyonlarda NATO imkânlarını kullanmadan önce NATO ittifakının onayını
alacağı ve NATO’dan yetki talebinde bulunacağı kararı alındı. ABD bu kararın alınmasında
Türkiye’yi destekledi. GKRY, Kıbrıs’ta Avrupa Hızlı Müdahale Gücü’nü görmeyi
istediğini ima edince Türkiye AGSK tartışmalarında tamamen engelleyici bir
tutum takınmaya başladı. AB’nin Niece zirvesinde, AGSK’nin bağımsız değil özerk
bir yapıya sahip olması kararlaştırıldı.[14]
ABD ve İngiltere, Avrupa Ordusu’nun Doğu Akdeniz ve Ege ile ilgili sorunlarda
kullanılmayacağı garantisi vermesi üzerine Türkiye AB ile NATO arasında
işbirliğine onay verdi.[15]
Türkiye’nin bağımsız
girişimlerde bulunma eğilimi İsmail Cem’in dışişleri bakanlığı döneminde daha
belirgin bir hale geldi. 2000’li yılların başında İsmail Cem, kendi hükümetinin
dış politikasında Türkiye’nin tarihsel coğrafyasında kilit rol tanıyarak yeni
bir açılım yaptı. İsmail Cem’e göre, Türkiye’nin AB üyeliği dış politikanın iki
temel hedefinden birini oluşturuyordu. Diğeri ise yeni ortaya çıkan Avrasya
gerçekliğinde merkezi ve belirleyici bir rol oynamaktı. Aynı dönemde askeri
çevrelerden de Türkiye’nin tek yönelimli politikaları bırakarak çok boyutlu
güvenlik politikalar takip etmesi görüşü yaygın olarak ifade ediliyordu. Bu
kapsamda, dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılıç, Türkiye’nin
Batı’ya alternatif ortak araması, İran ve Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi
gerektiğine dair basına açıklamalar yaptı.[16]
Bu dönem, Rusya ve
Kazakistan’da güçlenen Avrasyacılık akımının da etkisiyle Türkiye’de bazı
siyasi, akademik ve askeri çevrelerde, bu jeopolitik yaklaşımın Türkiye
versiyonu güçlenmeye başladı. Artık her çevreden bazı kişilerce Batı eksenli
politikalar yerine çok boyutlu ve Avrasya merkezli politikaların Türkiye için
daha uygun olduğu konuşuluyordu.
Makalenin kalan kısmını oluşturan bölümleri okumak için:
1. Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Uyguladığı Güvenlik Stratejisi (1. Bölüm: Özet, Giriş, Tanımlar.)
[1] Mustafa Aydın, Türkiye
Farklı Alternatifleri Bir Arada Yaşatmak Zorunda, Mülakatlarla Türk Dış
Politikası, Cilt 3, USAK Yayınları, İstanbul, 2011, s. 9.
[2] Huntington,
a.g.e, s. 208.
[3] Huntington,
a.g.e, s. 26.
[4] Uslu, a.g.e.,
s.88.
[5] Uslu, a.g.e.,
s.105.
[6] Huntington, a.g.e,
s. 31.
[7] Huntington,
a.g.e, s. 209-210.
[8] Silahlı
Kuvvetler Akademisi, Uluslararası Örgütler ve Hukuk Ders Notu, s.5-22
[9] Özel, a.g.m., s.
284.
[10] Huntington,
a.g.e., s-3.
[11] Huntington,
a.g.e, s. 26.
[12] Huntington,
a.g.e, s. 182.
[13] Özdağ, a.g.m.,
s. 207.
[14] Uslu, a.g.e.,
s.105-107.
[15] Uslu, a.g.e.,
s.110.
[16] Uslu, a.g.e.,
s.9-37, 9-39.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder