20 Aralık 2015 Pazar

Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Uyguladığı Güvenlik Stratejisi-7: 2001 yılına kadar olan dönemde NATO ve AB (BAB, AGSP, AGSK) konularında uygulanan güvenlik stratejileri.

NATO ve AB ile ilişkiler.
Soğuk Savaş’ın ardından Türkiye’nin üç komşu bölgesinde de çatışma ve savaş ortaya çıkmış, Avrupa Birliği ülkeleri ise Doğu Avrupa’dan kaynaklanan tehdit ortadan kalktığı için büyük bir rahatlama içindeydiler. Bunun bir neticesi olarak Avrupa ülkeleri askeri harcamalarını azaltmaya ve Varşova Paktı’nın dağılması sebebiyle, NATO’nun varlığını sorgulamaya başladılar.[1] Fakat yeni dönemde dünyanın birçok yerinde yerel ve bölgesel çatışmalar kendini göstermeye başlayınca NATO’nun bu çatışmalara müdahalesi gündeme geldi. Artık büyük Sovyet tümenleri tehdidi ortadan kalktığı ve öngörülen yeni görevler de daha çok barışı koruma ve barışı destekleme harekâtı gibi görevler olduğu için bu durum NATO birliklerinin teşkilat yapılarında değişiklikleri de beraberinde getirdi. NATO ülkelerinde, tümen ve alaylara dayalı hantal teşkilatlar yerine istenilen yere daha hızlı taşınabilen tugay teşkilatına gidilmeye başlandı.
Türk Silahlı Kuvvetleri de bu eğilime ayak uydurdu. 1992-1993 yıllarında tümenlerin büyük çoğunluğu lağıv edilerek tugay teşkilatına geçildi. Ordu sayısı ve bunlara bağlı kolordu sayısı değişmemekle birlikte tümenlerin yerine daha küçük bir askeri birim olan tugaylar kurulunca Silahlı Kuvvetler kısmen de olsa küçülmüş oldu. Bu en çok, daha önce Varşova Paktı’nın doğrudan bir saldırısı beklenen Marmara Bölgesi’nde etkili oldu ve bu bölgedeki birlik ve personel sayısında büyük bir azalma meydana geldi. Bu durum; diğer ordularda da benzer bir sonuç yaratmakla birlikte, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da devam eden yoğun iç güvenlik faaliyeti sebebiyle, ordunun toplam asker sayısında beklendiği gibi bir azalma yaratmadı.
Türk Ordusu’nda yapısal değişim doktrin ve görev tanımlarında da bazı değişimlere sebep oldu. Ana talimnameler hem yeni doktrinlere ve hem de yeni yapılanmaya göre değişime uğradı. Bu talimnamelerde TSK’nın görevleri arasına barışı koruma, sivil halka yardım, barışı destekleme gibi yeni görevler eklendi. Öte yandan Türkiye, bu dönemde ortaya çıkan bazı gelişmeler sebebiyle, NATO ve AB savunma politikaları konusunda endişelenmeye başladı. Körfez Krizi esnasında Almanya’nın, Irak’tan Türkiye’ye yapılacak bir füze saldırısını NATO’ya yapılmış bir saldırı olarak görmeye karşı çıkması Türkiye’nin kendisine gelecek bir tehdide karşı Batı’ya güvenemeyeceğini ortaya çıkarmıştı.[2] Buna ilaveten, AB’nin kendi savunma örgütünü kurma girişimleri Türkiye’yi, kendisinin Batı’dan dışlanacağı endişesine sevk etti.
Türkiye, Avrupa güvenliği konusundaki görüşlerini daha 1991 Roma Zirvesi’nde açıklamıştı. Buna göre; Avrupa güvenliğinin bütünlüğüne zarar verilmemeli, Avrupa güvenliğinin temel organları olan NATO, AB ve Avrupa Konseyi bölgesel istikrarsızlıklara karşı birlikte hareket etmeli, Avrupa güvenliğinin Atlantik bağlantısı sürdürülmeli, AB, NATO’dan uzaklaşarak kendi savunma örgütünü kurmamalıydı.[3] Ancak, daha Soğuk Savaş tam olarak sona ermeden Avrupalılar kendi savunmalarında daha fazla söz sahibi olmak ve ABD hâkimiyetinden kurtulmak için bir takım girişimlere başlamıştı. Bu konuda Soğuk Savaş sonrasındaki ilk somut girişim ise, Batı Avrupa Birliği (BAB)’ni savunma organı olarak güçlendirmek oldu. BAB Konseyi 1992’de ilan ettiği Petersburg Deklarasyonu ile de 50.000 kişilik BAB savunma gücünün oluşturulacağını ilan etti.[4] Türkiye, bu yeni yapının NATO imkânlarını kullanmasına ve NATO’dan bağımsız bir güç olarak etkinlik göstermesine, kendisi bu yapının karar mekanizmasında olmadığı için, karşı çıktı.[5]
Bu yıllarda tüm dünyada yeni bir düzen arayışı içine girilmişti. ABD’de ortaya atılan yeni fikirler Türkiye’de olduğu gibi Avrupa’da da yeni yönelişlere sebep olmaya başladı. Bu görüşlerden en önemlisi 1992 yılında, Francis Fukuyama’nın, ‘’tarihin sonunun geldiğini’’ ilan eden kitabıydı.[6] Bu kitap ABD’nin tek süper güç olarak kendini konumlandırmaya çalışmasının bir işaretiydi. Bu gelişmeler karşısında, yavaş yavaş Batı’dan dışlanmaya başlayan Türkiye, parçalanmış ve çatışmalı durumu sebebiyle İslam dünyasına da yakınlaşamayınca yönünü tamamen Türk dünyasına döndü. Bu kapsamda 1991-92 yıllarında Türk cumhuriyetleri ile bağlarını güçlendirmeye çalıştı. Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’ya yönelmesini sağlayan diğer bir etken de; İran ve Suudi Arabistan’ın bu bölgelerde etkinlik kurma ve radikal dini grupları destekleme çabalarının yoğunlaşmasıydı. Ayrıca Türkiye, Asya’da kurulan yeni Türk devletlerinde Rus etkisini sınırlamaya çalışıyordu.[7]
Türkiye aynı zamanda, NATO’dan kopmamak ve ortaya çıkan çatışma ve krizlerde daha etkin olarak askeri önemini göstermek için, BM tarafından düzenlenen birçok barış operasyonuna birlik görevlendiriyordu. Bu kapsamda, 2 Ocak 1993-22 Şubat 1994 tarihleri arasında Somali’deki Ümit Operasyonu (UNOSOM)’na 300 kişilik bir mekanize birlikle katıldı ve bir süre bu barış gücünün komutanlığını da üstlendi.[8] Böylece TSK, 1995-1996 sonrasında, yeni döneme uyum kapsamında, kendini bir barış gücü ordusu olarak konumlandırmaya başladı. Bunun sonucunda birçok ülkede görev yapması, TSK’ya önemli bir profil kazandırdı.[9]
Bu sırada Samuel P. Huntington tarafından 1996 yılında yayımlanan ‘’Medeniyetler Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması’’ isimli bir kitap tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni tartışmalara sebep oldu.[10] Bu yazara göre Soğuk Savaş sonrasında en tehlikeli çatışmalar medeniyetler arasındaki fay çizgilerinde yer almaktaydı. Huntington, buna dayanarak, yeni savaşların farklı dinler ve kültürler arası mücadelelerden çıkacağını iddia ettiğinden, Müslüman bir ülke olan Türkiye’nin, Batı ve ABD nezdinde, geleceğe dair hazırlanan yeni senaryolarda, batıdan dışlanacağı endişesi daha da artmaya başladı. [11]
Bu gelişmelerin ardından Türkiye, NATO’dan bağımsız yeni strateji arayışlarına girdi. Zaten bir süredir Türkiye, kendi güvenlik çıkarlarını tanımlarken açık seçik bölgesel terimler kullanmaya başlamıştı. [12] Çünkü Soğuk Savaş sonrasında yaşanan gelişmelerde Türkiye, eski müttefikleri olan Avrupa ülkeleri ile bazı temel konularda çekişme ve rekabet içine girmişti. Bu yıllarda AB ülkeleri Türkiye’nin terörle mücadelesi konusunda eleştirilere başlamış ve hatta silah satışını bile bunların PKK’ya karşı kullanılmaması şartına bağlamışlardı.
Bu durum karşısında Türkiye, kendi temel silahlarını kendi yapma yönünde bir anlayış geliştirdi. Bu kapsamda Almanya’nın satmak için şartlar ileri sürdüğü kundağı motorlu topları kendisi üretti ve bu başarı gelecekte bu yönde ilerlemeye devam edilmesi için cesaret verdi. Bunun bir uzantısı olarak Türkiye savunma stratejilerinde ve planlarında da değişiklikler yapmaya başladı. Bu kapsamda TSK, 1997’de; stratejik savunma ve kolektif güvenlik prensiplerine ileriden savunma ve kriz yönetimine askeri katkı boyutlarını da ekledi. Bundan sonra, Suriye’ye karşı yürütülen kriz yönetimi, Kardak Krizi ve Kıbrıs’a S 300 füzeleri yerleştirilmesi krizinde uygulanan kriz yönetimi Batı’ya rağmen gerçekleştirildi.[13]
AB’nin NATO’dan ayrı bir güvenlik yapısı oluşturmaya çalışması ve Türkiye’yi de Avrupa savunma yapısından dışlamaya başlaması, Türkiye’yi uluslararası alanda bazı tedbirler almaya zorladı. Türkiye, Nisan 1999’da NATO Washington zirvesinde Avrupalıların Avrupa Güvenlik ve Savunma Kimliği (AGSK) önerisini veto etti. Bunun üzerine Avrupa Konseyi, Haziran 2000’de, Feira zirvesinde; askeri bir operasyonda AB, NATO’nun imkânlarını kullanma kararı alırsa Türkiye gibi AB üyesi olmayan ülkelerin de operasyona katılabileceğini açıklayarak Türkiye’nin itirazlarını aşmaya çalıştı.
Temmuz 2000’de yapılan NATO Bürüksel Zirvesi’nde AB’nin, gerçekleştireceği askeri operasyonlarda NATO imkânlarını kullanmadan önce NATO ittifakının onayını alacağı ve NATO’dan yetki talebinde bulunacağı kararı alındı. ABD bu kararın alınmasında Türkiye’yi destekledi. GKRY, Kıbrıs’ta Avrupa Hızlı Müdahale Gücü’nü görmeyi istediğini ima edince Türkiye AGSK tartışmalarında tamamen engelleyici bir tutum takınmaya başladı. AB’nin Niece zirvesinde, AGSK’nin bağımsız değil özerk bir yapıya sahip olması kararlaştırıldı.[14] ABD ve İngiltere, Avrupa Ordusu’nun Doğu Akdeniz ve Ege ile ilgili sorunlarda kullanılmayacağı garantisi vermesi üzerine Türkiye AB ile NATO arasında işbirliğine onay verdi.[15]
Türkiye’nin bağımsız girişimlerde bulunma eğilimi İsmail Cem’in dışişleri bakanlığı döneminde daha belirgin bir hale geldi. 2000’li yılların başında İsmail Cem, kendi hükümetinin dış politikasında Türkiye’nin tarihsel coğrafyasında kilit rol tanıyarak yeni bir açılım yaptı. İsmail Cem’e göre, Türkiye’nin AB üyeliği dış politikanın iki temel hedefinden birini oluşturuyordu. Diğeri ise yeni ortaya çıkan Avrasya gerçekliğinde merkezi ve belirleyici bir rol oynamaktı. Aynı dönemde askeri çevrelerden de Türkiye’nin tek yönelimli politikaları bırakarak çok boyutlu güvenlik politikalar takip etmesi görüşü yaygın olarak ifade ediliyordu. Bu kapsamda, dönemin MGK Genel Sekreteri Orgeneral Tuncer Kılıç, Türkiye’nin Batı’ya alternatif ortak araması, İran ve Rusya ile ilişkilerini geliştirmesi gerektiğine dair basına açıklamalar yaptı.[16]
Bu dönem, Rusya ve Kazakistan’da güçlenen Avrasyacılık akımının da etkisiyle Türkiye’de bazı siyasi, akademik ve askeri çevrelerde, bu jeopolitik yaklaşımın Türkiye versiyonu güçlenmeye başladı. Artık her çevreden bazı kişilerce Batı eksenli politikalar yerine çok boyutlu ve Avrasya merkezli politikaların Türkiye için daha uygun olduğu konuşuluyordu.

Makalenin kalan kısmını oluşturan bölümleri okumak için:




[1] Mustafa Aydın, Türkiye Farklı Alternatifleri Bir Arada Yaşatmak Zorunda, Mülakatlarla Türk Dış Politikası, Cilt 3, USAK Yayınları, İstanbul, 2011, s. 9.
[2] Huntington, a.g.e, s. 208.
[3] Huntington, a.g.e, s. 26.
[4] Uslu, a.g.e., s.88.
[5] Uslu, a.g.e., s.105.
[6] Huntington, a.g.e, s. 31.
[7] Huntington, a.g.e, s. 209-210.
[8] Silahlı Kuvvetler Akademisi, Uluslararası Örgütler ve Hukuk Ders Notu, s.5-22
[9] Özel, a.g.m., s. 284.
[10] Huntington, a.g.e., s-3.
[11] Huntington, a.g.e, s. 26.
[12] Huntington, a.g.e, s. 182.
[13] Özdağ, a.g.m., s. 207.
[14] Uslu, a.g.e., s.105-107.
[15] Uslu, a.g.e., s.110.
[16] Uslu, a.g.e., s.9-37, 9-39.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder