İç güvenlik stratejisi.
Soğuk Savaş sona
erdiğinde, Türkiye yoğun bir iç güvenlik sorunu ile meşgul durumdaydı. PKK
terör örgütü, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terör eylemlerini yoğunlaştırmış,
örgütlenmesini Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Akdeniz’e yaymaya başlamıştı.
Bunun sonucu olarak Silahlı Kuvvetler çok sayıda birliğini bu sorunla mücadele
için tahsis etmişti.
Körfez Savaşı ile
birlikte Türkiye’nin iç güvenlik sorunu daha da büyüdü. Çünkü Irak’ın kuzeyinde
bir otorite boşluğu oluşunca bu bölge PKK’nın ana üssü haline geldi. Irak
Ordusu’na ait çok sayıda silahı da ele geçiren PKK, militan sayısını ve
eylemlerini giderek artırmaya başladı. Bunun sonucunda Türkiye, Irak’ın
kuzeyine büyük çaplı operasyonlar yapmaya başladı. Ancak bu operasyonlar
PKK’nın gelişimini yavaşlatsa da durduramadı.
Bunun üzerine Türkiye,
Kuzey Irak’taki KDP ve KYB gibi Kürt gruplarla işbirliği içinde Kuzey Irak’ın
denetimini ele geçirmeye ve buradaki PKK konuşlanmasını sona erdirmeye çalıştı.
Bu kapsamda Irak‘ın kuzeyinde birçok yerleşim yerine Özel Kuvvetler unsurları
ve bazı diğer özel birliklerden oluşan unsurlar yerleştirildi. Türkiye, 1995’ten
sonra bazı zırhlı ve mekanize birlikler ile komando birliklerini de kritik
bölgelere yerleştirdi.
Türkiye’nin çok
boyutlu sorunlarla karşı karşıya kaldığı bu yıllarda ülkede iç istikrar da zayıflamaya
başlamıştı. Dünya genelinde dini akımların yükselişe geçmesine paralel olarak
Türkiye’de de dini radikal gruplar ile siyasal İslamcılar yükselişe geçti. Siyasi
yelpazede; merkez sağ ve solda birden fazla partinin bulunması sonucunda
merkezde bir parçalanma ortaya çıktı. Böylece ANAP’tan sonra ülke
koalisyonlarla yönetilmeye başlandı. Bunun sonucunda iktidarda zayıflama ortaya
çıktı ve bu boşluk Silahlı Kuvvetler tarafından dolduruldu. Böylece TSK, 1995-96’dan
itibaren iç ve dış politikada daha fazla etkili olmaya başladı.[1]
Güçlenen siyasal İslam’ın oy oranlarını artırmasına paralel olarak tehdit
değerlendirmelerinde irtica PKK’nın önüne geçti. Hatta bunu takip etmek için Genelkurmay
bünyesinde ayrı bir istihbarat grubu bile kuruldu.
Tüm bu çabalara
rağmen siyasal ve radikal İslamın yükselişi devam etti. Bunun sonucu olarak Refah
Partisi (RP) 1995 seçimlerinde birinci parti olup hükümetin büyük ortağı oldu.
Buna rağmen Türkiye’nin iç tehdit değerlendirmelerinde ve dış politikasında
radikal bir değişiklik olmadı. Bunda RP’nin orduya karşı direnecek kadar güçlü
olmaması ve Amerika’yla yakın temas kurmanın faydalı olacağını düşünmesi de
etkili oldu. Çünkü Washington o dönemde radikal grupların gücünün törpülenmesi
için onların siyasi sisteme katılmaları taraftarıydı.[2]
TSK, RP iktidarında
da iç politikada etkinliğini artırmaya devam etti. RP’nin bazı uygulamaları da
bu müdahalelere ortam hazırlayacak nitelikteydi. Böylece bazı siyasi
partilerin, sivil toplum örgütlerinin, yüksek yargı mensuplarının ve basın
organlarının da teşvik ve desteğiyle ordu hiçbir demokratik ülkede görülmeyecek
kadar iç politikanın içine girdi.
Bu dönemde mafya
örgütlenmeleri ve hükümet partilerinden Doğru Yol Partisi (DYP)’nin bazı
üyelerinin de bu mafya yapılanmalarıyla irtibatlı olduğu konuşulmaya başlandı.
Büyük şehirlerde mafya tipi infazların ortaya çıkması halkta endişe yarattı.
Tüm bunların üzerine 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen bir trafik
kazasında mafya, siyasetçi ve polis ilişkileri açığa çıkınca ülkede tansiyon iyice
yükseldi.
Başbakan’ın, 11
Ocak 1997 günü, başbakanlık konutunda tarikat liderlerine iftar yemeği vermesi
gibi olaylar üzerine irticanın hortladığına dair sesler daha da yükseldi. Yüksek
rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak irticanın
iktidarda olduğunu tartıştılar. Bu olaylardan sonra ‘’Aydınlık için bir dakika
karanlık.’’ adıyla geceleri ev ışıklarının belli bir saatte yakılıp
söndürülmesi şeklinde kitlesel protesto eylemleri yapıldı. 30 Ocak 1997’de
Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs gecesi tansiyonu iyice artırdı. Bunun ardından
4 Şubat günü Sincan’da, 20 tank ve 15 zırhlı araçtan oluşan bir askeri birlik
gövde gösterisi yaptı.
Ülkede gerilimin
artması üzerine Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan’a uyarılarda bulundu. Gerilim
28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısında zirve noktasına ulaştı. MGK,
laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu sert bir şekilde
vurguladı. MGK’nın hükümete bildirdiği kararda, laiklik için yasaların
uygulanması istendi. Bunun ardından 21 Mayıs’ta, Yargıtay Başsavcısı Vural
Savaş, ‘‘ülkeyi iç savaşa sürüklediğini’’ gerekçesiyle RP’nin kapatılması için
dava açtı. 10 Haziran’da, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay ve Danıştay’ın başkan
ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica konusunda
brifing verildi. Baskılara daha fazla dayanamayan Erbakan, 18 Haziran’da başbakanlıktan
istifa etti.[3]
Bundan sonra da RP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. 1999 yılında
yapılan yeni seçimlerde, bu defa da biri sağda, diğeri solda iki milliyetçi parti,
birinci ve ikinci parti olarak meclise girdi. Bu iki parti ANAP ile beraber yeni
bir hükümet kurdu.
Yeni hükümet iktidara
geldiği sırada radikal İslami grupların dünyada yükselişi de dikkat çekici bir
hal almış durumdaydı. Bu durum ABD’nin laik Türkiye’ye karşı tutumlarında
değişikliğe sebep oldu. Gerçi ABD, 1993-94 yılından itibaren Türkiye’yi cephe
ülkesi olarak değerlendirilmeye ve ilişkilerini geliştirmeye başlamıştı. Fakat 1998
yılından itibaren İslamcı terörün yükselmesi ile birlikte ABD’nin Türkiye’ye
verdiği önem daha da arttı.[4]
İşte bu şartların
verdiği güvenle yeni hükümet gerek dış politikada, gerekse güvenlik politikasında
daha aktif ve daha kendine güvenli hale geldi. Bunun sonucunda da bazı yeni stratejiler
uygulamaya başladı. Bunun ilk göstergesi de Suriye’ye karşı uygulanan kriz
yönetimi oldu. Türkiye, Abdullah Öcalan’a barınma imkânı veren Suriye’ye, bu tavrından
vazgeçmesi için tırmanma stratejisine dayanan bir kriz yönetimi uyguladı. Bu harekât
üst düzey askeri bir yetkilinin Suriye sınırında, Suriye’yi ikaz eden sözlü
açıklamalarıyla başlatıldı. Daha sonra, sınır birliklerinde misli ile mukabele
kuralları uygulamaya sokuldu. Bu durum askeri birliklerin hareketleriyle
desteklenerek kriz kontrollü olarak yükseltildi. Suriye yönetimi çatışmayı göze
alamadı ve Türkiye’nin taleplerini uygulamak zorunda kaldı.
Suriye’den çıkıp
Moskova’ya, daha sonra da Yunanistan ve İtalya’ya giden fakat Türkiye’nin
yaptığı siyasi baskılar yüzünden buralarda da barınamayan Öcalan, 1999 yılında
yakalanarak Somali’den Türkiye’ye getirildi.[5]
Bunun ardından PKK, silahlı militanlarını Irak’a çekince, PKK terör örgütünden
kaynaklanan çatışmalarda ani bir düşüş yaşandı.
Makalenin kalan kısmını oluşturan bölümleri okumak için:
1. Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Uyguladığı Güvenlik Stratejisi (1. Bölüm: Özet, Giriş, Tanımlar.)
[1] Özel, a.g.m., s.
284.
[2] Uslu, a.g.e.,
s.9-50-51.
[3] Bugün Gazetesi,
1.3.2015, http://www.bugun.com.tr/gundem/28-subat-darbesi-nedir-ne-1516680.html, Son Erişim
Tarihi: 17.11.2015.
[4] Özel, a.g.m., s.
285-286.
[5] Özel, a.g.m., s.
285.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder