20 Aralık 2015 Pazar

Soğuk Savaş Sonrası Türkiye’nin Uyguladığı Güvenlik Stratejisi-6: 2001 yılına kadar olan dönemde iç güvenlik stratejisi.

İç güvenlik stratejisi.
Soğuk Savaş sona erdiğinde, Türkiye yoğun bir iç güvenlik sorunu ile meşgul durumdaydı. PKK terör örgütü, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da terör eylemlerini yoğunlaştırmış, örgütlenmesini Karadeniz, İç Anadolu ve Doğu Akdeniz’e yaymaya başlamıştı. Bunun sonucu olarak Silahlı Kuvvetler çok sayıda birliğini bu sorunla mücadele için tahsis etmişti.
Körfez Savaşı ile birlikte Türkiye’nin iç güvenlik sorunu daha da büyüdü. Çünkü Irak’ın kuzeyinde bir otorite boşluğu oluşunca bu bölge PKK’nın ana üssü haline geldi. Irak Ordusu’na ait çok sayıda silahı da ele geçiren PKK, militan sayısını ve eylemlerini giderek artırmaya başladı. Bunun sonucunda Türkiye, Irak’ın kuzeyine büyük çaplı operasyonlar yapmaya başladı. Ancak bu operasyonlar PKK’nın gelişimini yavaşlatsa da durduramadı.
Bunun üzerine Türkiye, Kuzey Irak’taki KDP ve KYB gibi Kürt gruplarla işbirliği içinde Kuzey Irak’ın denetimini ele geçirmeye ve buradaki PKK konuşlanmasını sona erdirmeye çalıştı. Bu kapsamda Irak‘ın kuzeyinde birçok yerleşim yerine Özel Kuvvetler unsurları ve bazı diğer özel birliklerden oluşan unsurlar yerleştirildi. Türkiye, 1995’ten sonra bazı zırhlı ve mekanize birlikler ile komando birliklerini de kritik bölgelere yerleştirdi.
Türkiye’nin çok boyutlu sorunlarla karşı karşıya kaldığı bu yıllarda ülkede iç istikrar da zayıflamaya başlamıştı. Dünya genelinde dini akımların yükselişe geçmesine paralel olarak Türkiye’de de dini radikal gruplar ile siyasal İslamcılar yükselişe geçti. Siyasi yelpazede; merkez sağ ve solda birden fazla partinin bulunması sonucunda merkezde bir parçalanma ortaya çıktı. Böylece ANAP’tan sonra ülke koalisyonlarla yönetilmeye başlandı. Bunun sonucunda iktidarda zayıflama ortaya çıktı ve bu boşluk Silahlı Kuvvetler tarafından dolduruldu. Böylece TSK, 1995-96’dan itibaren iç ve dış politikada daha fazla etkili olmaya başladı.[1] Güçlenen siyasal İslam’ın oy oranlarını artırmasına paralel olarak tehdit değerlendirmelerinde irtica PKK’nın önüne geçti. Hatta bunu takip etmek için Genelkurmay bünyesinde ayrı bir istihbarat grubu bile kuruldu.
Tüm bu çabalara rağmen siyasal ve radikal İslamın yükselişi devam etti. Bunun sonucu olarak Refah Partisi (RP) 1995 seçimlerinde birinci parti olup hükümetin büyük ortağı oldu. Buna rağmen Türkiye’nin iç tehdit değerlendirmelerinde ve dış politikasında radikal bir değişiklik olmadı. Bunda RP’nin orduya karşı direnecek kadar güçlü olmaması ve Amerika’yla yakın temas kurmanın faydalı olacağını düşünmesi de etkili oldu. Çünkü Washington o dönemde radikal grupların gücünün törpülenmesi için onların siyasi sisteme katılmaları taraftarıydı.[2]
TSK, RP iktidarında da iç politikada etkinliğini artırmaya devam etti. RP’nin bazı uygulamaları da bu müdahalelere ortam hazırlayacak nitelikteydi. Böylece bazı siyasi partilerin, sivil toplum örgütlerinin, yüksek yargı mensuplarının ve basın organlarının da teşvik ve desteğiyle ordu hiçbir demokratik ülkede görülmeyecek kadar iç politikanın içine girdi.
Bu dönemde mafya örgütlenmeleri ve hükümet partilerinden Doğru Yol Partisi (DYP)’nin bazı üyelerinin de bu mafya yapılanmalarıyla irtibatlı olduğu konuşulmaya başlandı. Büyük şehirlerde mafya tipi infazların ortaya çıkması halkta endişe yarattı. Tüm bunların üzerine 3 Kasım 1996’da Susurluk’ta meydana gelen bir trafik kazasında mafya, siyasetçi ve polis ilişkileri açığa çıkınca ülkede tansiyon iyice yükseldi.  
Başbakan’ın, 11 Ocak 1997 günü, başbakanlık konutunda tarikat liderlerine iftar yemeği vermesi gibi olaylar üzerine irticanın hortladığına dair sesler daha da yükseldi. Yüksek rütbeli subaylar 22 Ocak 1997 tarihinde Gölcük’te toplanarak irticanın iktidarda olduğunu tartıştılar. Bu olaylardan sonra ‘’Aydınlık için bir dakika karanlık.’’ adıyla geceleri ev ışıklarının belli bir saatte yakılıp söndürülmesi şeklinde kitlesel protesto eylemleri yapıldı. 30 Ocak 1997’de Sincan Belediyesi’nin düzenlediği Kudüs gecesi tansiyonu iyice artırdı. Bunun ardından 4 Şubat günü Sincan’da, 20 tank ve 15 zırhlı araçtan oluşan bir askeri birlik gövde gösterisi yaptı.
Ülkede gerilimin artması üzerine Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan’a uyarılarda bulundu. Gerilim 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısında zirve noktasına ulaştı. MGK, laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu sert bir şekilde vurguladı. MGK’nın hükümete bildirdiği kararda, laiklik için yasaların uygulanması istendi. Bunun ardından 21 Mayıs’ta, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ‘‘ülkeyi iç savaşa sürüklediğini’’ gerekçesiyle RP’nin kapatılması için dava açtı. 10 Haziran’da, Anayasa Mahkemesi ile Yargıtay ve Danıştay’ın başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica konusunda brifing verildi. Baskılara daha fazla dayanamayan Erbakan, 18 Haziran’da başbakanlıktan istifa etti.[3] Bundan sonra da RP, Anayasa Mahkemesi tarafından kapatıldı. 1999 yılında yapılan yeni seçimlerde, bu defa da biri sağda, diğeri solda iki milliyetçi parti, birinci ve ikinci parti olarak meclise girdi. Bu iki parti ANAP ile beraber yeni bir hükümet kurdu.
Yeni hükümet iktidara geldiği sırada radikal İslami grupların dünyada yükselişi de dikkat çekici bir hal almış durumdaydı. Bu durum ABD’nin laik Türkiye’ye karşı tutumlarında değişikliğe sebep oldu. Gerçi ABD, 1993-94 yılından itibaren Türkiye’yi cephe ülkesi olarak değerlendirilmeye ve ilişkilerini geliştirmeye başlamıştı. Fakat 1998 yılından itibaren İslamcı terörün yükselmesi ile birlikte ABD’nin Türkiye’ye verdiği önem daha da arttı.[4]
İşte bu şartların verdiği güvenle yeni hükümet gerek dış politikada, gerekse güvenlik politikasında daha aktif ve daha kendine güvenli hale geldi. Bunun sonucunda da bazı yeni stratejiler uygulamaya başladı. Bunun ilk göstergesi de Suriye’ye karşı uygulanan kriz yönetimi oldu. Türkiye, Abdullah Öcalan’a barınma imkânı veren Suriye’ye, bu tavrından vazgeçmesi için tırmanma stratejisine dayanan bir kriz yönetimi uyguladı. Bu harekât üst düzey askeri bir yetkilinin Suriye sınırında, Suriye’yi ikaz eden sözlü açıklamalarıyla başlatıldı. Daha sonra, sınır birliklerinde misli ile mukabele kuralları uygulamaya sokuldu. Bu durum askeri birliklerin hareketleriyle desteklenerek kriz kontrollü olarak yükseltildi. Suriye yönetimi çatışmayı göze alamadı ve Türkiye’nin taleplerini uygulamak zorunda kaldı.
Suriye’den çıkıp Moskova’ya, daha sonra da Yunanistan ve İtalya’ya giden fakat Türkiye’nin yaptığı siyasi baskılar yüzünden buralarda da barınamayan Öcalan, 1999 yılında yakalanarak Somali’den Türkiye’ye getirildi.[5] Bunun ardından PKK, silahlı militanlarını Irak’a çekince, PKK terör örgütünden kaynaklanan çatışmalarda ani bir düşüş yaşandı.

Makalenin kalan kısmını oluşturan bölümleri okumak için:




[1] Özel, a.g.m., s. 284.
[2] Uslu, a.g.e., s.9-50-51.
[3] Bugün Gazetesi, 1.3.2015, http://www.bugun.com.tr/gundem/28-subat-darbesi-nedir-ne-1516680.html, Son Erişim Tarihi: 17.11.2015.
[4] Özel, a.g.m., s. 285-286.
[5] Özel, a.g.m., s. 285.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder